Hindistan’da yetişen meşhûr İslâm âlimi ve büyük velî.

Âriflerin ışığı, velîlerin önderi, İslâmın bekçisi, müslümanların baştâcı, müceddid, müctehid ve İslâm âlimlerinin gözbebeğidir.

İnsanların i’tikâd, ibâdet ve ahlâk husûsunda doğruyu öğrenmelerini, öğrendikleri bu bilgiler ile amel etmelerini sağlayan, insanları Allahü teâlânın rızâsına kavuşturmak için rehberlik eden ve kendilerine “Silsile-i âliyye” denilen İslâm âlimlerinin yirmiüçüncüsüdür.

İsmi, Ahmed bin Abdülehad bin Zeynel’âbidîn’dir. Lakabı Bedreddîn, künyesi Ebü’l-Berekât’dır.

971 (m. 1563) senesinde Hindistan’ın Serhend (Sihrind) şehrinde doğdu.

1034 (m. 1624)’de Serhend’de 63 yaşında iken vefat etti. Türbesi oradadır.

İmâm-ı Rabbânî ismiyle tanınmıştır. İmâm-ı Rabbânî, Rabbânî âlim demektir. Rabbânî âlim de; kendisine ilim ve hikmet verilmiş, ilmi ile amel eden, ilim ve amel bakımından kâmil olan âlim demektir. Hicrî ikinci bin yılının Müceddidi olmasından dolayı “Müceddîd-i elf-i sânî”, ahkâmı İslâmiye ile tasavvufu vasletmesinden, birleştirmesinden dolayı da, “Sıla” ismi verilmiştir. Hz. Ömer’in "radıyallahü anh" soyundan olduğu için, “Fârûkî” nesebiyle anılmış, Serhend şehrinden olduğu için de oraya nisbetle, “Serhendî” nisbeti verilmiştir.

Bütün bu vasıflarıyla birlikte ismi, İmâm-ı Rabbânî, Müceddîd-i elf-i sânî, Şeyh Ahmed-i Fârûkî Serhendî’dir "kuddise sirruh".

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Peygamberimizin "sallallahü aleyhi ve sellem" hadîs-i şerîfde; “Benden sonra peygamber gelseydi, Ömer bin Hattâb peygamber olurdu.” buyurarak methettiği ve Hz. Ebû Bekr’den sonra insanların en üstünü olan Hz. Ömer’in soyundan olup, yirmidokuzuncu torunudur. Yine hadîs-i şerîfde; “Ümmetimin âlimleri, İsrâiloğullarının peygamberleri gibidir.” buyurularak bildirilen, ilmini nübüvvet kaynağından alan ve “Ulemâ-i râsihîn” denilen âlimlerin en meşhûrlarındandır.

Babası ve dedelerinin hepsi, zamanlarının büyük âlimleri, sâlih ve fazîletli kimseleri idiler. Babası Abdülehad zâhirî ve bâtınî ilimlerde yetişmiş, tasavvuf hâllerinde kemâl derecede büyük bir âlim ve mürşid-i kâmil idi. Gençliğinde ilmi yaymak, insanlara hizmet etmek, doğru yolu göstermek için seyehat ettiği sıralarda, Hindistan’ın meşhûr kasabalarından Skendere’ye gitmişti. O memleketin asîl bir ailesine mensûb sâliha bir hanım, firâsetiyle Abdülehad’ın mübârek bir zât olduğunu anlayıp, ona; “Kendi kucağımda terbiye edip büyüttüğüm, iffet ve ismet cevheri bir kız kardeşim vardır. Böyle sâliha bir kızın sizinle nikahlanmasını arzu ediyorum. Ümid ederim ki bu ricamı kabul edersiniz” diye haber göndermişti. Abdülehad bir müddet düşündükten sonra teklifi kabul edip, o kızla nikahlandı. Bu evliliklerinden İmâm-ı Rabbânî hazretleri doğdu.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin memleketi olan Hindistan’ı ilk fetheden, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin onbeşinci dedesi olan Ferruh Şâh’dır. Ferruh Şâh, Kabil sultanlarının büyük vezîrlerinden ve kumandanlarından olup, Gazne ve Kâbil taraflarından gelip Hindistan’a yerleşmiş idi. Serhend (Sihrind) şehrini de ilk kuran Sultan Firûz Şâh’dır. Sihrind, siyah arslan demektir. Çünkü, bu şehrin yeri önce arslanlar ormanı idi. Yakınında şehir yoktu. Daha sonraları burası îmâr edilip, güzel bir şehir kuruldu. İmâm-ı Rabbânî hazretleri doğduğunda, Serhend şehri, Hindistan’ın meşhûr bir şehri ve bulunduğu havâlinin merkezi hâline gelmiş idi. Babası Abdülehad, o beldenin tanınmış âlimlerinden ve meşhûr evliyâsından idi.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri çocukluğunda şiddetli bir hastalığa tutulmuştu. Evlerinde büyük bir üzüntü hâsıl olup, vefat edeceğini zannetmişlerdi. O zamanın meşhûr evliyâsından Şâh Kemâl Kihtelî Kâdiri’ye götürüp duasını istediler. Şâh Kemâl Kadirî, İmâm-ı Rabbânî’yi görünce büyük bir hayranlıkla bakarak babasına; “Hiç üzülmeyiniz. Bu çocuk çok yaşayacak, ilmiyle âmil, büyük bir âlim ve eşsiz bir ârif olacak” demiş ve çocuğun elinden tutup, ağzından öpmüştür. Muhabbetle sarılmalarından dolayı, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin feyzi ve nûru, mübârek vücûdunu kaplamıştır.

Şâh Kemâl Kadirî, İmâm-ı Rabbânî hazretleri hakkında çok güzel ve büyük müjdeler vermiştir. İmâm-ı Rabbânî yedi-sekiz yaşlarında iken Şâh Kemâl-Kâdirî vefat etmiştir. İmâm-ı Rabbânî daha sonra bu zâtı ve kendisini götürdükleri evini de hatırlamıştır.

Yine bir defâsında İmâm-ı Rabbânî "kuddise sirruh" gençliği sırasında, çok zayıf düşüp hastalanmıştı. Zafiyetinin çokluğunu ve hastalığının şiddetini gören hanımı çok üzüldü. Abdest alıp iki rek’at hâcet namazı kıldı. Ağlayarak ihtiyâç içinde yüzünü yerlere sürdü. Bu ağlama esnasında uyudu. Rüyâda birisinin; “Hiç üzülme, bu zât daha çok yaşayacaktır, bizim onunla çok büyük işlerimiz vardır. Öyle ki, o işlerin binde biri daha zuhur etmemiştir” dediğini duydu. İmâm-ı Rabbânî o hastalıktan hemen kurtuldu. Sonra hocası Muhammed Bâkî-billah’ın sohbetine kavuştu.

Tahsîli

İmâm-ı Rabbânî hazretleri ilk tahsîline, babasından ders alarak başladı. Babasından okuyup Arapçayı öğrendi. Küçük yaşta Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Sesi güzel olduğundan, Kur’ân-ı kerîmi bülbül gibi okurdu. İlminin çoğunu babasından, bir kısmını da zamanının meşhûr âlimlerinden öğrendi. Babasından ders aldığı sırada, çeşitli ilimlere âit küçük kitapları ezberledi. Babasından aldığı dersleri tamamlayınca, Siyalkut şehrine gidip orada, zâhirî ve bâtınî ilimlerde, o zamanın en meşhûr âlimi Mevlânâ Kemâleddîn Keşmîrî’den aklî ilimlerin bir kısmını gayet iyi bir şekilde öğrendi. Mevlânâ Kemâleddîn "rahmetullahi aleyh", meşhûr âlim Abdülhakîm-i Siyalkûti’nin de hocası olup, zamanının en yüksek âlimi idi. Bazı hadîs kitaplarını da Şeyh Ya’kûb-ı Keşmîrî’den okudu. Âlim-i Rabbânî Kâdı Behlûl-i Bedahşânî’den hadîs, tefsîr ve bazı usûl ilimlerinde icâzet (diploma) aldı. Onyedi yaşında iken tahsilini tamamlayıp, aklî ve nakli, fürû’ ve usûl ilimlerinin hepsinden icâzet aldı. Tahsili sırasında, Kadirî ve Çeştî büyüklerinin kalblerindeki feyz ve lezzeti babasından aldı. Babası hayatta iken, zâhirî ve bâtınî ilimleri talebelere öğretmeye başladı. Bu sırada; “Risâlet-üt-tehlîliyye”, “Redd-i revâfid”, “İsbât-ün-nübüvve” adlı eserlerini yazdı. Edebiyata çok meraklı olup, fesâhati ve belâgatı, sür’at-i intikâli, zekâsının şiddeti herkesi hayrette bırakıyordu. Daha sonra da, Vâhidî’nin; Besît, Vesît, Esbâb-ı nüzûl gibi eserlerini, Kâdı Beydâvî’nin; Envâr-üt-tenzîl, Menhâc-ül-vüsûl, Gâyet-ül-kusvâ ve diğer eserlerini, İmâm-ı Buhârî’nin; Câmi’us-Sahîh, Sülâsiyyât, Edeb-ül-müfred, Efâl-i ibâd, Târih ve diğer eserlerini, Tebrîzî’nin Mişkât-ül-mesâbîh’ini, Tirmizî’nin Şemâil’ini, İmâm-ı Süyûtî’nin Câmi’us-sagîr’ini ve müselsel hadîs rivâyeti icâzetini Kâdı Behlûl-i Bedehşânî’den aldı.

Bu kadar ilmi ve herkesin üstünde kemâli ile birlikte kalbi, Ahrâriyye (Nakşibendiyye) büyüklerinin aşkı ile yanıyor, bu yolda yazılmış kitapları okuyordu. Babasının vefatından bir sene sonra, hacca gitmek üzere Serhend’den yola çıktı. Bu yolculuğunda Delhi’ye varınca, orada tanıdıklarından ve Muhammed Bâkî-billah’ın "kuddise sirruh" talebelerinden olan Mevlânâ Hasen Keşmîrî ile görüştü. Mevlânâ Hasen Keşmîrî, onu hocasının huzûruna götürüp, tanıştırmak istedi ve şöyle dedi: “Bugün Ahrâriyye yolunda bu ülkede başka böyle büyük bir zât yoktur. Tâlibler onun bir nazarıyla öyle şeylere kavuşuyorlar ki, günlerce çekilen çileler ve çeşitli riyâzetlerle buna kavuşamazlar.”

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, daha önce babası Abdülehad’dan da, Ahrâriyye yolunun ve bu yolda bulunanların şânını ve kıymetini duymuştu. Bu yolun büyüklerinin kitaplarını okuyup onların güzel hâllerini bildiği için; “Bu Hicaz yolunda, böyle büyük bir âlimden, bu büyükler yolunun zikir ve murâkabesini almaktan daha iyi ne olur?” diyerek Muhammed Bâkî-billah’ın huzûruna gitti. Huzûruna girince kalbinde bir nûr parladı. Mıknatıs iğneyi çeker gibi çekildi. Şimdiye kadar duymadığı, bilmediği şeyler kalbine doldu. Hacdan sonra uğrayıp istifâde etmeği niyet etti ise de, kalbindeki sevgi ve arzu, kendisini bırakmayıp, ertesi gün huzûruna gelip Ahrâriyye feyzine kavuşmak şevkini bildirdi. Hizmetinde kaldı. Edeble, can kulağı ile sözlerine ve hâllerine bağlandı. Ya’nî Kâ’beye gitmekten vazgeçip, Kâ’be sâhibini talep etti. Yüksek kabiliyeti ve bütün varlığı ile çalışıp, bütün kemâlât kendisinde hâsıl oldu. Üstâdının da lütfu ve himmeti ile iki ay içinde kimsede görülmeyen hâllere kavuştu.

Muhammed Bâkî-billah, İmâm-ı Rabbânî’nin daha birkaç gün geçmeden yükselmeye başladığını ve üzerindeki irşâd eserlerini görünce, husûsî odasında, ona birkaç sene önce şâhid olduğu hâdiseleri şöyle anlattı: “Yüksek üstâdım Hâcegî Muhammed İmkenegî "kuddise sirruh" bana şöyle emretti: “Hindistan’a git, orada senin sayende, bu yüksek yola büyük rağbet olacak ve bu yol revaç bulacak.” Ben kendimi bu işe lâyık görmeyip, özür diledim. İstihâre etmemi emretti. Rüyâda gördüm ki bir papağan, bir dal üzerinde oturuyordu. Ben de kalbimden şöyle niyet ettim: “Eğer şu papağan o daldan iner, elime konarsa, bu seferde bize çok şeyler nasîb olacaktır.” Böyle düşünürken, o papağanın uçup, elime konduğunu gördüm. Ben ağzımın suyunu onun gagasına akıttım. O papağan da ağzıma şeker verdi. O sabah, gördüğüm rüyâyı Hâcegî Muhammed İmkenegî’ye arzettim. Buyurdu ki: “Papağan, Hindistan kuşlarındandır. Hemen Hindistan’a gidiniz. Orada sizin bereketli irşâdınızla bir azîz yetişecek, bütün dünyâ onun nûruyla dolacak. Hattâ siz de ondan nasîbinizi alacaksınız.”

Muhammed Bâkî-billah "kuddise sirruh" diğer bir hâdiseyi de şöyle anlatmıştır: “Hocam İmkenegî’den "kuddise sirruh" icâzet alıp Hindistan’a dönüyordum. Sizin bulunduğunuz Serhend şehrine gelmiştim. Rüyâda bana; “Sen bir kutbun civârındasın” dediler ve kutb olan zâtın şemailini gösterdiler. İşte siz, o zâtsınız.” “Yine Serhend’den geçerken, gördüm ki, göklere kadar yükselen bir meş’ale yanmış, şarkdan, garba kadar bütün dünyâ, bu meş’alenin ışığından aydınlanıyordu. Bu meş’alenin ziyâsının gittikçe arttığını, birçok insanların bundan kendi mumlarını yaktıklarını müşâhede ettim. Bu rüyâyı, sizin dünyâya geleceğinize bir müjdeci, bir işâret biliyorum.”

Sohbetinde kaldığı bu iki-üç ay içinde, Allahü teâlânın yardımıyla Hâce Bâkî-billah’ın İmâm-ı Rabbânî hakkında bereketli nazar ve terbiyeleri öyle bir semere verdi ki, kalem dil olsa, dil kalem olsa, bunu yazmaktan ve söylemekten âciz kalırlar.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, daha sonra hocasının mahdûmlarına gönderdiği bir mektupta şöyle buyurmuştur: “Yüksek üstâdımın, beni dünyâ ve âhıret ni’metlerine kavuşturan kıymetli hocamın sevgili yavruları! Biliniz ki, herşeye muhtaç olan bu zavallı kardeşiniz, tepeden tırnağa kadar, o yüksek babanızın sadakaları ve ihsânları içinde yüzüyorum. İnsanlığın elifbasını ondan öğrendim. Yükseklikleri haber veren kelimeleri ondan okudum. Herkesin senelerce çalışarak kazanabildiği dereceler, onun huzûrunda, terbiyesi altında, az zamanda elime geçti. İnsanlara meziyet, üstünlük veren bütün kıymetler, ona hizmetimin ikrâmiyesi olarak üzerime serpildi. Hiçbir işe yaramıyan ve insanlıktan haberi olmıyan bu zavallı, onun nûrlu bakışları altında, ikibuçuk ay içinde olgunlaşarak, büyüklerin yoluna katıldı. Onların Allahü teâlâya olan yakînliklerine kavuştu. Böyle az bir zamanda, tasavvufu tatmış olanların, tecelliler, zuhurlar, nûrlar, hâller ve keyfiyetler diye anlatmak istedikleri gizli kazançlar, babanızın parlak kalbindeki deryânın damlaları olarak önüme saçıldı. Bunlardan hangi birini anlatayım. Onun, lütfederek, acıyarak mübârek gönlünü bu fakire çevirmesi ile tasavvufcuların tevhîd (bir bilmek), kurb (yakınlık), ma’iyyet (beraberlik), ihâta (her tarafı kaplamak), sereyân (her zerrede bulunmak) gibi sözlerle, anlatmak istedikleri ma’rifetlerden, ince bilgilerden ele geçmiyen, hemen hemen birisi kalmadı. Bunların içlerinden, özlerinden bildirilmedik bırakılmadı...”

Hâce Muhammed Bâkî-billah, zamanının âlimlerinin büyüklerinden bazı ahbabına yazdığı mektuplardan birisinde, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinden bahsederek buyurdu ki: “Serhend şehrinden bir genç geldi, ilmi pekçok. Her hareketi ilmine uygun. Birkaç gün bu fakirin yanında bulundu. Onda çok şeyler gördüm. Dünyâyı, nûrla dolduracak bir güneş olacağını anlıyorum. Akrabası ve kardeşlerinin hepsi de pırlanta gibi, kıymetli ve âlim yiğitler! Onların da, az zamanda, ne cevherler olduklarını anladım. Hele Ahmed’in oğulları da var ki, her biri, Allahü teâlânın birer hazinesidir.”

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Muhammed Bâkî-billah’ı tanıdıktan sonra, edeple ve can kulağı ile bu hocasının sözlerine ve hâllerine bağlandı. Yüksek kabiliyeti ve bütün varlığı ile çalışıp, hocasının da lütfu ve himmeti ile iki ay içinde kimsede görülmeyen hâllere kemâlâta ve üstünlüklere kavuştu. Birkaç ay sonra, hocası Muhammed Bâkî-billah ona icâzet verdi. Böylece tasavvuf ilminde ve hâllerinde de yüksek dereceye kavuştuktan sonra, memleketi olan Serhend’e dönmesi emrolundu. Hocası, talebesinden çoğunun yetiştirilmesini de ona bırakıp, onları da arkasından Serhend’e gönderdi. Hocası onun için şöyle buyurdu: “Kalblere deva, rûhlara şifâ olan bu tohumu, Semerkand ve Buhârâ’dan getirip Hindistan’ın bereketli toprağına ektim. Tâliblerin yetişip kemâle gelmesi için uğraştım. O (İmâm-ı Rabbanî), her dereceyi aşıp, üstünlüklerin sonuna varınca, kendimi aradan çekip, talebeyi ona bıraktım.” Hocasından başka o zamanın büyük âlimlerinin bir çoğu onu medhetmişlerdir. Hepsi, onun ma’rifet ışığı etrâfında, pervane gibi toplanmışlardır.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, memleketine gelince zâhirî ve bâtınî ilim ve nûrlarını dünyâya yaymağa, tâlibleri yetiştirmeğe ve yükseltmeğe başladı. Şöhreti her yere yayılıp, her taraftan âşıkları, onun ilminden ve feyzinden faydalanmaya geliyordu. Talebelerine Beydâvî tefsîri, Sahîh-i Buhârî, Mişkât-i Mesâbîh, Avârif-ül-Me’ârif, Usûl-i Pezdevî, Hidâye ve Şerhi Mevâkıf gibi bazı din kitaplarını ders olarak mükemmel bir şekilde okuturdu. Ömrünün son zamanlarında dahî talebelerine ilim tahsilini sıkı sıkı emreder, buna çok önem verirdi. Herkesin kalbini ilim ve nûr ile dolduruyor, Muhammed aleyhisselâmın (sallallahü aleyhi ve sellem) dînini canlandırıyor ve kuvvetlendiriyordu. Zamanının pâdişâhlarını, vâli, kumandan, âlim ve hâkimlerini, çok tesîrli mektupları ile dîne, sünnet-i seniyyeye teşvik ediyor, çok âlim ve evliyâ yetiştiriyordu. Allahü teâlâ ona o kadar ilm-i bâtın ihsân etmişti ki, kendine mahsûs olan ilimleri de cihâna yaydı. Hocası Bâkî-billah da bu yeni ilimlere kavuşmak için huzûruna gelir, hürmetle otururdu. Hattâ birgün geldiği zaman, İmâm-ı Rabbânî’yi kalbi ile meşgul görüp, odaya girmedi, hizmetçiye de haber verip; “Rahatsız etme!” dedi ve sessizce kapıda bekledi. Bir müddet sonra İmâm-ı Rabbânî hazretleri kalkıp; “Kapıda kim var?” deyince üstâdı; “Fakir Muhammed Bâkî” dedi. Bu ismi duyunca kapıya koşup, edep ve tevâzu ile karşıladı.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri bir müddet Serhend’de talebe yetiştirmekle meşgul olup, insanlara doğru yolu anlattıktan sonra, hocası Muhammed Bâkî-billah’ı ziyâret için Delhi’ye gitti. Bir müddet hizmetinde kaldı ve hocası ile çok hoş sohbetleri oldu. Hâllerini bulunduklarından daha yukarıya götürdüler. Bütün bu lütufları ile çok yüksek hâllere, fazîletlere kavuşmasına rağmen, hocası Muhammed Bâkî-billah’a öyle edeble davranıyordu ki, daha fazlası mümkün değildi. Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: “Hâce Hüsâmeddîn Ahmed’den işittim. Hocam İmâm-ı Rabbânî’yi "kuddise sirruh" medhedip övdükten sonra şöyle buyurdu: “Mertebesi yüksek, fazîleti çok olmakla beraber, edebe riâyette, hocamız Muhammed Bâkî-billah’ın talebelerinden hiçbiri, İmâm-ı Rabânî hazretleri gibi değildi. Bunun için bereketler herkesten önce ona nasîb oldu.”

Muhammed Bâkî-billah’ın "kuddise sirruh" sevdiklerinden biri, Muhammed Hâşim Keşmî’ye şöyle anlatmıştır: “Hocamız Bâkî-billah bu yüksek talebesine ya’nî senin üstâdına (İmâm-ı Rabbânî’ye), nihâyetsiz lütufları ve ona hürmet etmeyi hasseten bildirdikleri zamanlar, bana onu huzûruna çağırmamı emretti. Hemen huzûruna gidip, İmâm-ı Rabbânî’ye "kuddise sirruh"; “Hocamız sizi istiyor” dedim. Bu haberi duyar duymaz, korkan insanların rengi değiştiği gibi, yüzünün rengi değişti. Zavallı bir kimsenin çok korktuğu zaman, titremesi gibi bir hâle düştü. Ben kendi kendime; “Sübhânallah! “Yakın olanlarda, hayret de çok olur” mısra’ını duymuştum, şimdi gözlerimle de görüyorum” dedim.”

İmâm-ı Rabbânî hazretleri “Mebde” ve Me’âd” risâlesinde şöyle buyurmuştur: “Biz dört kişi, hocamız Muhammed Bâkî-billah’a hizmette diğerlerinden ilerdeydik. Hepimizin ayrı bir bağlılığı, ayrı bir düşüncesi vardı. Bu fakir yakînen biliyorum ki, böyle bir sohbet ve cem’iyyet, terbiye ve irşâd kaynağı, Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanından sonra dünyâda çok az görülmüştür. Gerçi insanların en hayırlısı olan Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında bulunamadık, sohbetine kavuşamadık ama, Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin saâdetli sohbetinden de mahrûm kalmadık. Bunun için bu büyük ni’metin şükrünü yerine getirmek lâzımdır. Onun huzûrunda herkes kendi bağlılığına, muhabbetine göre bir şeylere kavuştu.”

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, hocası Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin ikinci defâ huzûruna gidip bir müddet kaldıktan sonra, tekrar memleketine döndü. Bir müddet daha tâliblere feyz vermekle meşgul oldu. Bu sırada pek yüksek derecelere kavuştu. Bu hâllerini hocasına mektuplar yazarak bildirdi. Bundan sonra üçüncü defâ hocasını ziyârete gitti. Bu ziyâretinden sonra Delhi’den Serhend’e dönüp birkaç gün kaldı ve Lâhor şehrine gitti. Lâhor şehrinde herkes, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin teşrîfini büyük bir ganimet bildi. Talebelerinin en meşhûrlarından olan; Mevlânâ Muhammed Tâhir, Hâce Muhammed, Mevlânâ Esgar Ahmed ve Mevlânâ Ravh Hüseyn gibi zâtlar bu sırada talebesi olup, sohbetinde pişip yüksek derecelere kavuştular. İmâm-ı Rabbânî hazretleri Lâhor’da bulunduğu sırada, oranın meşhûr âlimleri kendisine çok hürmet ve edep gösterdiler. Nice muamma ve zor mes’eleleri ondan sorup doyurucu cevaplar aldılar.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Lâhor’daki sohbetleri devam ederken, hocası Muhammed Bâkî-billah’ın vefat haberi geldi. Kalblerdeki huzûr ve ferahlığın yerini, elem ve keder aldı. Bu haberi duyunca, hemen Delhi’ye gidip mübârek mezarlarını ziyâret etti. Oğullarına ve talebelerinin büyüklerine ta’ziyede bulundu. Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin talebeleri, üzüntülerini ve kalblerindeki elemi, onun terbiyelerinin ve sohbetlerinin bereketleriyle gidermek için, huzûrlarına gelip, Muhammed Bâkî-billah’a gösterdikleri gibi, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine de; muhabbet, hürmet ve teslimiyet gösterdiler. Küçük büyük hepsi onu kabul edip bağlandılar.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri de yüksek hocasının emrine, vasiyyetlerine ve buradaki kalbi yaralıların ricâlarına uyarak, bir müddet Delhi’de kaldı. İrşâdlarının tesîri, feyzlerinin bereketi ile talebelerin sohbete devam ve gayretleri, hocaları Hâce Muhammed Bâkî-billah’ın hayatta olduğu zamanki gibi yeniden tazelendi. Teveccüh eserleri ve cezbe nûrları, bu talebelerin hâllerinde görünmeğe başladı. Bu gayretli yetiştirme ve feyz verme sırasında, bazı çekemeyenler oldu ise de, İmâm-ı Rabbânî hazretleri onlara nasîhat etti. Bunu da dinlemiyenler sonunda yaptıklarına pişman olup af dilediler. İmâm-ı Rabbânî hazretleri de ihsân ederek onları affetti. Böylece pekçok kimse sohbetlerinden ve feyzlerinden istifâde etti.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, hocası Muhammed Bâkî-billah’ın her sene, vefat ettiği ay olan Cemâzil-âhır ayında Serhend’den hocasının nûrlu kabrini ziyârete gider ve tekrar Serhend’e dönerdi. İki üç defâ da Akra’ya teşrîf etti. Bundan başka Serhend’den ayrılıp başka bir yere gitmedi. Ancak, hayâtının sonuna doğru, zamanın sultânının ısrârı üzerine, iki-üç sene kadar bazı beldelerde askerlerin arasında bulundu. Bunda da birçok hikmetler vardı. O yerlerin halkı bu vesîle ile onun sohbetlerinde bulundular. Bereketli nazar ve teveccühlerine kavuşup, nasîblerini aldılar.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Ahrâriyye (Nakşibendiyye) yolundan başka; Kâdiriyye, Sühreverdiyye, Çeştiyye ve Kübreviyye yollarından da icâzet almıştır. Çeştiyye ve Kâdiriyye yollarının icâzetini babasından aldı. Babası Abdülehad onu büyük bir muhabbetle severdi. Hattâ İmâm-ı Rabbânî Akra’da bulunduğu sırada, meşguliyeti sebebiyle babasının yanına gidemeyince, babası onu görmek için Akra’ya gitmiştir. Daha sonra Akra’dan dönüp babasının hizmetinde bulundu. Babası Abdülehad evliyânın büyüklerinden idi. Babasının sohbetinde çok feyze kavuştu. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, babasından olan istifâdesini “Mebde” ve Me’ad” risâlesinde şöyle ifâde etmiştir:

“Bu fakire ferdiyyet nisbeti yüksek babam tarafından verildi. Babam bu nisbeti, kuvvetli cezbe sâhibi hârikaları meşhûr bir azîzden, Şâh Kemâl Kâdirî’den almıştı. Bunun gibi nâfile ibâdetlerde, bilhassa nâfile namazların edasında babamın yardımları çoktur. Babam bu se’âdeti, “Çeştiyye” yolunda olan üstâdlarından almıştı.”

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin sohbetinde bulunup kısa zamanda tam bir nisbet ile icâzet alıp, Serhend’e döndükten sonra, Kadirî tarîkatının büyüklerinden olan Şâh Kemâl Kadirî’nin rûhâniyetinden de icâzet almakla şereflendi. Bu icâzeti ve nisbeti alması şöyle vukû’ bulmuştur: Bir sabah İmâm-ı Rabbânî hazretleri talebeleri ile murâkabe hâlinde iken, Şâh Kemâl’in torunu ve onun bütün kemâlâtının vekîli olan Şâh İskender, Kehtel’den gelip, Şâh Kemâl’in bereketli hırkasını İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin mübârek omuzuna koydu. İmâm-ı Rabbânî gözlerini açınca, Şâh İskender’i gördü. Tam bir tevâzu ile boyunlarına sarıldı. Şâh şöyle dedi: “Birkaç zamandır, hâl ve rüyâmda dedem Şâh Kemâl’i görüyorum. Bana, hırkasını size vermemi emrediyordu. Fakat bana, onların bu bereketli hırkasını evden çıkarıp, bir başkasına vermek çok ağır geliyordu. Ama tekrar tekrar emredince, emirlerine uymak lâzım oldu.” İmâm-ı Rabbanî, o hırkayı giyip husûsi odasına gitti. Bir müddet sonra odasından çıkınca, en yakın sırdaşlarına, mahremlerine şöyle söyledi: “Hazret-i Şâh Kemâl’in hırkasını giydikten sonra, şaşılacak çok garip hâl zâhir oldu. Şöyle ki, hırkayı giydiğim zaman, insanların ve cinlerin seyidi, Abdülkâdir-i Geylânî’yi (rahmetullahi aleyh), Hazret-i Şâh Kemâl’e kadar devam eden bütün halîfeleriyle yanımda gördüm. Hazret-i Gavs-i Rabbânî Abdülkâdir-i Geylânî kalbimi kendi tasarruflarına aldı ve husûsî nisbetlerinin ve yollarının nûrları ve esrârı beni kapladı. Ben de o hâllerin ve nûrların denizine gömüldüm. O denizin dalgıcı oldum. Bir müddet bu hâlde kaldım, o hâllerin beni kapladığı zamanda kalbime; “Beni Ahrâriyye büyükleri terbiye ettiler ve işimin esâsı bu büyüklerin yolunda olmaktır, şimdi başka oluyor” diye geldi. Böyle düşünürken, Ahrâriyye yolunun büyüklerinin, hâce-i cihân Hâce Abdülhâlık-ı Goncdüvânî’den hocam Hâce Bâkî-billah’a "kuddise sirruh" kadar olan bütün halîfelerinin geldiğini gördüm. Benim işim ve icrââtım hakkında konuşmaya başladılar. Ahrâriyye büyükleri "kuddise sirruh" şöyle dediler: “Bunu biz terbiye ettik. Bizim terbiyemizle zevke, hâle ve kemâle erişti. Siz ona ne hakla karışabilirsiniz?” Kadirî büyükleri (Rahimehümüllah) dediler ki: “Daha çocukluğunda bizim ona teveccühümüz vardır. Bizim ni’met soframızdan tad almıştır. Şimdi de bizim hırkamızı giymektedir.”

Onlar böyle konuşurken Kübreviyye, Çeştiyye yollarından da birer cemâat geldi. Böylece anlaşmaya vardılar. Bundan sonra bu iki şerefli nisbetten de kalbimde, büyük pay, tam bir şevk buldum.” İmâm-ı Rabbânî hazretleri tasavvufda, bu yolların hepsinden de talebe yetiştirip feyz vermiştir.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, asırlarda benzeri az yetişen, müstesna bir İslâm âlimi ve büyük bir mürşid-i kâmildir. Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) vefatından bin sene sonra da İslâm düşmanları dîne, îmâna insafsızca saldırmışlardı. Allahü teâlâ kullarına acıyarak, İmâm-ı Rabbânî "kuddise sirruh" gibi bir müceddîd yarattı. Ona derin ilimler ihsân eyledi. Onun vasıtasıyla din düşmanlarının korkunç saldırısını durdurdu. Hakkı bâtıldan ayırıp, bâtılı, çok kalblerden kaldırdı. Bu yüce İmâm’ın mektupları ve kitapları, insanları gafletten uyandırdı. Dünyâya ışık saldı. Ya’nî Allahü teâlâ onu, Peygamber efendimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) bin sene sonra, dîn-i İslâmı yenilemek ve kuvvetlendirmek için göndermişti. Yenilemek, değişiklik yapmadan kolayca olur mu? Günahların, bid’at ve hurafelerin çoğaldığı, dalâletin yayıldığı, bilhassa vahdet-i vücûd taklidcilerinin din âlimi tanındığı bir zamanda, İslâm dînini kuvvetlendirmek, bunları temizlemek kolay mıdır?

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin dîne yıllarca yaptığı bu büyük hizmetleri, sağlam, iknâ edici delîllerle sapık fikirlerinin çürütüldüklerini, Ehl-i sünnet i’tikâdının ve doğru din bilgilerinin yayıldığını, bid’atlerin kalktığını gören bazı sapık kimseler, ona cephe aldılar hased ve iftirâ etmeye başladılar.

İşte, bunun için bazı kimselerin cefâsına, oklarına ve iftirâlarına uğradı. Nice âlimlerin, fâdılların, kâmillerin kendi yollarından ayrılıp, rehberlerini bırakıp, etrâfına ve hizmetine koşuşmaları da, hasedcileri arttırdı. İmâm’ı tehlikeye düşürmek için, hilelere başladılar. Meselâ, Cüneyd-i Bağdadî, Bâyezîd-i Bistâmî gibi büyük meşâyihi aşağı görüyor diyerek, câhil tabakayı aldattılar. Yüksek meşâyihin bildirdiği vahdet-i vücûdu inkâr ediyor, diyerek, görüşleri kısa olanları, İmâm’dan soğutmaya başladılar. Onu sevenlere de; “Meşâyih-i izamı inkâr ediyor, Allahü teâlânın ma’rifetine vasıtasız olarak kavuştum diyor” dediler. Bir müslümanın söyleyemeyeceği iftirâları söylediler.

Meşâyih-i Kirâmı aşağı görüyor sözü tamamen iftirâ idi. “Mektûbât’da onlara nasıl hürmet ve ta’zim ettiğini ve her asırda, düşmanların ele aldıkları sözlerine ne güzel manâlar verdiğini, iyi manâya çevirmediklerine de, başlangıçta hatâ ile söylenmiş olup, sonra yüksek derecelere yetişerek bunları düzeltmişlerdir, dediğini okuyanlar, hemen anlar. Keşfdeki hatâların, ictihâd hatâları gibi af olunduğunu, belki sevâb verildiğini bildirmektedir. Vahdet-i vücûdu da inkâr değil, ne güzel izâh ettiğini, bu mes’elede hem İslâm dininin namusunu koruduğunu ve hem de büyüklerin hürmetlerini gözettiğini, Mektûbât’ı okuyanlar bilir.

O zamanın sultânı Selim Cihângir Hân’ın devlet adamları, hattâ büyük vezîri, baş müftîsi ve etrâfındakiler Ehl-i sünnet düşmanı idiler. Hâlbuki İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin birçok mektupları ve bilhassa ayrıca yazdığı “Redd-i revâfid” risâlesi, Eshâb-ı Kirâm düşmanlarını red etmekte, câhil, ahmak ve alçak olduklarını anlatmaktadır. İmâm-ı Rabbânî bu risâlesini Buhârâ’da bulunan en büyük Özbek hânı Abdullah-ı Cengizî Hân’a yollamıştı. “Bunu İran’da, Şâh Abbâs-ı Safevî’ye gösterin! Kabul ederse ne iyi, etmezse onunla harb câiz olur” demişti. Kabul etmedi. Harb oldu. Abdullah Hân, Hirât’ı ve Horasan’daki şehirleri aldı. Buralarını yüz sene evvel Safevîler almıştı. İşte bundan sonra, Hindistan’daki bozuk fırkalar, Eshâb-ı Kirâm düşmanları elele verdiler. Sultâna gidip İmâm-ı Rabbânî hazretleri hakkında çeşitli iftirâlarda bulunarak şikâyet ettiler. Sultan, oğlu Şâh Cihân’ı gönderip, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini, evlâdlarını ve yetiştirdiği talebelerini çağırıp, hepsini öldürmeğe karar verdi. Bunun üzerine Şâh Cihân, bir müftî ile yanına gitti. Sultâna secde câiz olduğunu gösteren bir fetvâyı da götürdü. İmâm-ı Rabbânî’nin "kuddise sirruh" üstünlüğünü biliyordu. “Babama secde edersen seni kurtarabilirim” deyince, İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu fetvânın zarûret zamanında izin olduğunu, azîmet ve din bütünlüğünün secde etmemek olduğunu, ecel gelince, ölümden hiçbir şeyin kurtaramayacağını söyledi ve secde etmeği kabul etmedi. Çocuklarını ve talebelerini bırakıp sultâna yalnız gitti. Kendisine yapılan iftirâlara karşı sultâna o kadar” güzel ve doyurucu cevap verdi ki, sultan yüksek hakîkatleri anlıyabilecek birisi olmadığı hâlde, neş’elendi ve serbest bırakıp özür diledi. Hattâ, sultâna kendisine yapılan iftirâların asılsız olduğunu açık delîllerle anlatırken, orada bulunan ateşe tapıcı Hindûların büyük bir kumandanı, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin dinde olan kuvvetini, sözlerini, lezzet ve kıymetini görerek müslüman oldu. Sultânın iknâ olduğunu, kendi uğraşmalarının boş olduğunu gören iftirâcı sapıklar; “Bunun adamları çoktur. Sözleri bütün memlekette yürürlüktedir. Bunu serbest bırakırsak bir karışıklık çıkabilir” diyerek, uzun konuşmalardan sonra sultânı aldattılar. Sultan, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin, memleketin on sağlam ve korkunç kalesi olan Guwalyar Kalesi’ne hapsedilmesini emretti ve hapsedildi. Bu hâdiseye çok üzülen talebeleri sultâna isyân etmek istediler. Bunu yapabilecek güçte idiler. Fakat İmâm-ı Rabbânî hazretleri onları rüyâlarında ve uyanık iken bu işten men etti. Sultâna hayır dua etmelerini emredip; “Sultânı incitmek bütün insanlara zarar verir” buyurdu. Kendisi de sultâna hep hayır dua ediyordu. Sultânın vezîri, koyu bir muhalif olduğundan, zindanda, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin başına kardeşini tayin etmiş ve çok şiddetli davranmasını emretmişti. Bu vazifeli ise ondan çeşitli kerâmetler, üzülmek yerine heybet, sabır ve hattâ neş’e görerek tövbe etti. Bozuk i’tikâdını terkedip Ehl-i sünneti seçti ve onun hâlis talebelerinden oldu. Kalede hapis bulunan binlerce kâfir, onun bereketi ve sohbetleri ile müslüman olmakla şereflendiler. Birçok günahkâr tövbe etti. Hattâ bazıları yüksek âlim oldu. İmâm-ı Rabbânî hazretleri hapiste üç sene kaldıktan sonra, sultan yaptığına pişman oldu. Hapisten çıkarıp ikrâm ve ihsân eyledi. Hattâ hâlis talebesinden ve sâdık dostlarından oldu. Bir müddet, asker arasında kalmasını istedi. Sonra serbest bırakıp, hürmetle vatanına gönderdi. Hapisteki bu sıkıntılardan ve uğradığı dertlerden sonra, evvelce bulundukları hâllerin ve makâmların binlerce üstünde derecelere yükselmiş olarak memleketine döndü. İmâm-ı Rabbânî hazretleri daha önceleri; “Yetiştiğim derecelerin üstünde, daha çok makamlar vardır. Onlara yükselmek celâl sıfatı ile sert terbiye edilmekle olabilir. Şimdiye kadar cemal sıfatı ile okşanarak terbiye edildim” buyurmuştu. Talebesinden bir kısmına; “Elli ile altmış arasında üzerime dertler, belâlar yağacak” buyurmuştu. Buyurduğu gibi oldu. O makâmlara da yükselmek nasîb oldu.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerini hapsettiren Selim Cihângir Hân’ın oğlu Şâh Cihân, pâdişâh olmak için babasına karşı geldi. Askeri çok ve babası tarafındaki kumandanların çoğu kalbden kendisine bağlı olduğu hâlde zafer kazanamadı. O zamanın evliyâsından birine hâlini anlatıp dua istedi. O velî dedi ki: “Senin zafer kazanman için vaktin dört kutbunun sana dua etmesi lâzımdır. Bunlardan üçü seninle beraber ise de, en büyükleri olan dördüncüsü bu işe râzı değildir. O da İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî hazretleridir. Şâh Cihân, İmâm’ın huzûruna gelip dua etmesi için yalvardı. Fakat, İmâm-ı Rabbânî "kuddise sirruh" onun babasına karşı gelmesine mâni olup nasîhat etti. “Babana git, elini öp, gönlünü al, yakında vefat edecek, saltanat sana kalacaktır” diye müjde verdi. Şâh Cihân emirlerini dinleyip arzusundan vazgeçti. Az zaman sonra 1037 (m. 1627)’de babası vefat edince saltanata kavuştu.

Müslümanların zayıf düştüğü, küfrün, sapıklığın, zulmetin, felsefecilerin ve sapık kimselerin her tarafı kapladığı bir zamanda, binlerce kâfir İmâm-ı Rabbânî’nin elinde müslüman oldu. Çok sayıda fâsık ve fâcir onun güzel hâllerini görüp, sohbetini işitip tövbe ederek sâlih müslüman oldu. Uzaktan yakından çok kimseler, rüyâda ve uyanık iken onu görerek yanına koşmuş, huzûruna geldiklerinde gördüklerini aynen bulmuşlardır. Âlim, sâlih, genç, ihtiyar binlerce kimse onu görüp, sohbetinde bulununca, feyz alarak kalbleri zikreder olmuştur. Huzûrundaki pekçok sayıda talebeyi hâllere, yüksek derecelere kavuşturmuştur. Her an kerâmetleri görülür feyz ve bereket yayardı. Kerâmetlerinin altıbinden fazla olduğu bildirilmiştir.

İmâm-ı Rabbanî, İslâm dininde her sözü sened olan, Ehl-i sünnetin temel direklerinden çok büyük bir âlim ve velîdir. Kelâm ilminde de müctehiddir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri daha ilim deryâsına yeni daldığı sıralarda Peygamberimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) rüyâda görmüştü. Peygamber efendimiz kendisine buyurmuştu ki: “Sen kelâm ilminde müctehid olacaksın.” Bu rüyâsını hocasına anlatmıştı. O günden beri, ilm-i kelâmın her mes’elesinde ayrı ictihâdı ve görüşleri vardır. Fakat, mes’elelerin çoğunda (Mâtürîdiyye) imâmımız ile beraberdir. Eski Yunan filozoflarının İslâmiyete uymayan sözlerini reddedip, yanıldıklarını isbât etti. Tasavvuf büyüklerini tanıyâmayarak, sözlerini anlamayarak, yoldan çıkan, sapıtan ve kendilerini din adamı sanıp herkesi de yoldan çıkartan, câhil ve ahmakların yüz karalarını meydana çıkardı. Önceki birkaç asırda İslâmiyete çok sinsi bir şekilde, din düşmanları tarafından sokulmak istenen felsefî düşünceleri tamamen bertaraf etti. Yazdığı mektuplar ve kitaplarla, kıyâmete kadar bu yoldaki bütün suâllere cevap teşkil edecek izâhlar ve açıklamalar yaptı. Daha 18 yaşında iken yazdığı İsbât-ün-nübüvve (Peygamberliğin İsbâtı) kitabı ile peygamberleri filozoflardan kesinlikle ayırarak, peygamberlerin Allah’ın dînini bildiren ve Allahü teâlânın seçtiği kimseler, filozofların ise, yalnız aklını rehber edinmiş sıradan insanlar olduğunu açıkça ve kesin delîllerle isbât etmiştir. Böylece peygamberliğe inanmayanların, peygamberleri filozof zannedenlerin veya onlarla bir tutmaya kalkışanların, ne kadar yanlış düşündüklerini göstererek, İslâm dînine insan düşüncesi ve fikri karıştırmak ve böylece dîni, zamanla değişir hâle getirmek isteyenlerin yolunu kapatmıştır. Büyük Ehl-i sünnet âlimleri ve evliyânın da ancak Muhammed aleyhisselâmın tam yolunda yürüyen yüksek insanlar olduğunu belirterek, bunlara da filozof diyenlerin bu sözlerinin ne kadar yanlış olduğunu göstermiştir. Bundan sonradır ki, müslümanlar arasındaki sapık kimselerin tesîriyle ortaya çıkmış fikir ayrılıkları, düşünce farklılıkları sona ermiş, şüpheye ve tereddüde düşürülmüş olanlar itminâna ve emniyete kavuşmuşlardır. Daha sonraki asırlarda ve zamânımızdaki filozofların her türlü sözlerine, onun eserlerinde cevaplar bol bol bulunmaktadır.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, tasavvufun bütün inceliklerine ve en yüksek kemâllerine kavuşarak, Muhyiddîn-i Arabî, Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî, Bâyezîd-i Bistâmî ve Cüneyd-i Bağdadî başta olmak üzere, kendisinden önce yaşamış velîlerin sekr hâlinde ya’nî tasavvufda kendinden geçme hâlinde iken söyledikleri ve iyi anlayamayanları şaşırtan yüksek sözlerini, vahdet-i vücûd bilgilerini, gayet net bir şekilde açıklamış, bu büyüklerin yanlış anlaşılmasına ve onlara düşmanlık yapılmasına ve îmânlarının ve i’tikâdlarının tehlikeye düşmesine mâni olmuştur.

Böylece o büyük velîleri kötülemek veya medhetmek şeklinde de olsa, iftirâlar atılmasına son vermiştir. Tasavvuf deryâsından bol bol saçtığı yüksek ma’rifetler, beliğ ifâdeler ve fasih sözleri ile çok kimsenin anlamak ve anlatmaktan âciz kaldığı yüksek hakîkatleri, candan arzulayanlara sunarak, bu sonsuz deryâdan susuzlarının hararetini teskin etmiştir. Yolunu şaşırmışlara doğru yolu göstermiş, aşağı derecelerde takılıp kalanları çok yükseklere çıkarmıştır. Sorulan bütün suâllere cevaplar vererek, tasavvufta iyi anlaşılmayan bir yer bırakmamıştır. Mürşidlik, müridlik, tarîkat, kutb, gavs, evliyâ, zikr, ma’rifet, kerâmet gibi kelimeleri çok mükemmel bir şeklide açıklamış, bu konulardaki karışık ifâde ve bilgilerin arkasına saklanarak, müslümanları kandıran ve şaşırtan câhillerle, dünyâya düşkün bozuk tarîkatçıların maskelerini indirmiştir. Bu husûsta esasları düstûrları açıklamış, bütün bu isim ve sıfatların, asıllarını ve hakîkatlerini gözler önüne sermiştir. Böylece bu yoldan, tasavvuf kelimesi perde edilerek, İslâm dînine bozuk inanç ve ibâdetlerin, uydurma merâsim ve toplantıların, her türlü sapıklık ve hurâfelerin girip yerleşmesini önlemiştir. Vilâyetin ve velîliğin muhakkak kerâmet göstermek demek olmadığını, asıl vilâyetin Allahü teâlâyı unutmamak ve Allahü teâlânın isimlerine, sıfatlarına ve fiillerine olan ma’rifet, yakınlık olduğunu, tasavvufun, İslâm dîni dışında ayrı bir yol değil, bizzat dînimizin içinde, emir ve yasakların kolaylıkla yapılmasına yardımcı olan ve Allahü teâlâya muhabbet yolu olduğunu çok veciz şekilde îzâh etmiştir. Böylece din bilgisi az olanların ve hakiki tasavvuf ehli olmayanların, şaklabanlıklar ve istidrâclar ile insanları kandırmalarına ve böylelerinin ma’rifet ve kerâmet sâhibi hakiki velîlerle karıştırılmasına mâni olmuştur. Kısacası onun tasavvuf deryâsında çözmediği bilmece, haber vermediği esrâr kalmamıştır.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, kitaplarında, mektuplarında, sohbetlerinde ve günlük hayâtında, bütün bid’atlerle şiddetle mücâdele etmiş, bunları bir bir ayıklayarak, unutulmuş olan nice sünnetleri, hattâ farzları yeniden meydana çıkarmıştır. Bid’atlerin en çirkinin i’tikâdda ortaya çıkanlar olduğunu bildirerek, bunlara ve ibâdetlere sokulmak istenen bid’atlerle, ilim, amel ve ma’rifet ile mücâdele etmiş, her sözü ve işinin sünnete uygun olmasına pek çok titizlik göstermiştir.

Ayrıca zamanındaki bütün fen ilimlerini en üstün şekilde biliyordu. Fen bilgileri üstüne yapağı açıklamalar, bu ilimlerin mütehassıslarını hayrette bırakmıştır. Meselâ, atomların içinin ve böylece maddelerin dolu sanıldığını, hâlbuki elektronların çok hızlı dönüşlerinden dolayı boş olduğunu ilk olarak bundan dörtyüz sene önce açıklamıştır. Bu husûs, fen adamları tarafından ancak yirminci yüzyılda ve uzun tecrübeler sonucu anlaşılabilmiştir.

Onun tasarruflarının bereketi ile İslâm dîni, bilhassa Hindistan’da çok kuvvetlendi. Ekber Şâh zamanında yıkılan, ihmâl edilen İslâm eserleri yenilendi. İnançsızlardan pek çok kimse onun elinde müslüman oldu. Binlerce fâsık tövbe etti. Muhlislerinden ve talebesinden olan Hân-ı Hânân ismi ile meşhûr Abdürrahîm Hân, Nüvâb Ferid Mürtedâ Hân, Muhammed a’zam Hân gibi birçok kuvvetli, kudretli vâli ve kumandanları, tesîrli mektupları ile İslâmiyeti kuvvetlendirmeğe, yaymağa, Ehl-i sünnet ve cemâat i’tikâdını beyân etmeğe teşvik ve muvaffak eyledi. Bunlar da emr-i şerîflerine uyarak, bu yolda çok gayret sarfedip, dînin kuvvetlenmesine hizmet ettiler. Öyle oldu ki, bid’at ve küfr zulmeti kalkıp, îmân ve sünnet nûru yayıldı.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, tasavvufda kendi yolunu bildiren, yüksek ma’rifetlerle dolu bir mektûbun sonunda şöyle yazmıştır: “Allahü teâlânın bu fakire gösterdiği yol budur. Başlangıçtan sonuna kadar beni mümtaz eylediği yolun aslı, nihâyetin başlangıcına yerleştirilmesi olan Ahrâriyye yoludur. Bu asıl ve temel üzerine birçok binalar kurdurdular, köşkler yaptırdılar. Eğer bu asıl ve temel olmasaydı bu hâle gelmezdi. Buhârâ ve Semerkand’dan tohum getirip, aslı Medine ve Mekke toprağından olan Hindistan’a ektiler. Fazîlet suyu ile terbiye eylediler. Bu fazîletler ve ihsânlar kemâle gelince, bu ilim ve ma’rifet meyvelerini verdi. Allahü teâlâya bu ni’metlerinden dolayı hamd-ü-senâlar olsun.”

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin tasavvufda gösterdiği yola “Müceddidiyye” denilmiştir. Tasavvuf; bir müslümanın İslâm ahlâkı ile ahlâklanması için lâzım olan bilgileri ve yolları öğreten ilimdir.

Tıb ilmi, beden sağlığına âit bilgileri öğrettiği gibi, tasavvuf ilmi de, kalbin, rûhun kötü huylardan kurtulmasını öğretir. Kalb hastalığının alâmetleri olan kötü işlerden uzaklaştırıp, Allah rızâsı için güzel iş ve ibâdet yapmayı sağlar. Zâten dînimiz, önce ilim öğrenmeyi, sonra öğrendiklerine uygun iş ve ibâdet yapılmasını ve bütün bunların da Allah rızâsı için olmasını emrediyor. Kısaca din; ilim, amel ve ihlâsdan ibârettir. İnsanın ma’nen yükselmesi, dünyâ ve âhıret saâdetine kavuşması, bir uçağın uçmasına benzetilirse, îmân ile ibâdet, bunun gövdesi ve motorları gibidir. Tasavvuf yolunda ilerlemek de, bunun enerji maddesi ya’nî benzinidir. Maksada ulaşmak için, uçak elde edilir. Ya’nî îmân ve ibâdet kazanılır. Harekete geçmek için de, kuvvet, ya’nî tasavvuf (ahlâk) ilminin yolunda ilerlemek gerekir. Tasavvufun iki gayesi vardır. Birincisi; îmânın vicdânileşmesi, ya’nî kalbe yerleşmesi ve şüphe getiren tesîrlerle sarsılmaması içindir. Akıl ile delîl ve isbât ile kuvvetlendirilen îmân böyle sağlam olmaz. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde Ra’d sûresi 28. âyet-i kerîmesinde meâlen buyurdu ki: “Kalblere îmânın sinmesi, yerleşmesi, ancak ve yalnız zikr ile olur.” Zikr; her işte ve her harekette Allahü teâlâyı hatırlamak, O’nun rızâsına uygun iş yapmak demektir. Tasavvufun ikinci gayesi; fıkıh ilmi ile bildirilen ibâdetlerin seve seve kolaylıkla yapılması ve nefs-i emmâreden doğan tembelliklerin, sıkıntıların giderilmesidir. İbâdetlerin kolaylıkla seve seve yapılması ve günah olan işlerden de nefret ederek uzaklaşılması, ancak tasavvuf ilmini öğrenip, bu yolda ilerlemek ile mümkündür. Tasavvufa sarılmak, herkesin bilmediklerini görmek, gaybden haber vermek, nûrlar, rûhlar ve kıymetli rüyâlar görmek için değildir. Tasavvuf ile elegeçen ma’rifetlere, bilgilere ve hâllere kavuşmak için, önce îmânı düzeltmek, İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğrenip, bunlara uygun iş ve ibâdet yapmak lâzımdır. Zâten bu üçünü yapmadıkça, kalbin tasfiyesi kötü huylardan temizlenmesi, nefsin tezkiyesi, terbiye edilmesi mümkün değildir. Tasavvuf bilgileri mürşid-i kâmiller tarafından öğretilir. Mürşid-i kâmil; yol gösteren, rehberlik eden yetişmiş ve yetiştirebilen âlimdir. Böyle olan âlimlerin belli usûllerle gösterdikleri, insanları saâdete kavuşturmak için tasavvufta ta’kib ettiği bu yollara, tarîkat denilmiştir.

Tarîkatların çeşitli isimler alması, başka başka olmalarından değildir. Aynı hocanın talebeleri, birbirlerini tanımak ve hocaları ile tanınmak, öğünmek için, bulundukları yola mürşidlerinin ismini vermişlerdir. Tarîkatlar, başlıca iki kısma ayrılırlar.

1- Sessiz zikr (Zikr-i hafî) yapan tarîkatlar:

Bu yol Hz. Ebû Bekr’den gelmiş olup, mürşidlerinin adına göre, (Tayfûriyye), (Yeseviyye), (Medâriyye), hakîki olan; (Bektâşiyye), (Nakşibendiyye), (Ahrâriyye), (Ahmediyye-i Müceddidiyye) ve (Hâlidiyye) gibi isimler almışlardır.

2- Yüksek sesle zikr (Zikr-i cehrî) yapan tarîkatlar: Bu yolda, Hz. Ali’den oniki İmâm vasıtasıyla gelmiştir. Oniki İmâmın sekizincisi olan İmâm-ı Ali Rızâ’dan Ma’rûf-i Kerhî almış ve Cüneyd-i Bağdâdî’nin çeşitli talebelerinin yolunda bulunan meşhûr mürşidlerin adı verilerek, kollara ayrılmışlardır. Böylece Ebû Bekr-i Şiblî yolundan, (Kadirî), (Şâzilî), (Sa’dî) ve (Rıfâî), Ebû Ali Rodbârî yolundan; Ahmed Gazâlî ve Ziyâüddîn Ebû Necîb-i Sühreverdî vâsıtaları ile (Kübrevî) meydana gelmiştir, İmâm-ı Ali’den Hasen-i Basrî vâsıtası ile (Edhemî) ve bundan (Çeştî) hâsıl olmuştur. (Bedeviyye), Rıfâiyyeden hâsıl olmuştur.

Tarîkat, zikr ile Allahü teâlâya kavuşma yoludur. Zikr, Allahü teâlâyı hatırlamak demektir. Her sözünde ve her işinde O’nun emirlerine ve yasaklarına sarılmaktır. Yaklaşık olarak, son yüz seneden beri tarîkat diyerek birçok şeyler uyduruldu. Hakîki İslâm âlimlerinin, Eshâb-ı Kirâmın, Peygamberimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) alıp bildirdikleri doğru yol unutuldu. Dinde câhil olanlar, hattâ İslâmiyetin emirlerine açıkça uymayanlar, şeyh ve tarîkatçı ünvanı alarak, zikr ve ibâdet adı altında, dînimizin yasak ettiği birçok günahları ve bid’atleri işlediler. Bugün sahte, yalancı mürşidlere, müslümanları sömüren tarîkatçılara, dîni siyâsete âlet edenlere çok rastlanmaktadır. Şeyh-ül-İslâm Ahmed ibni Kemâl Efendi’nin Risâle-i Münîre adlı eserinde yer alan bir hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: “Bir kimsenin havada uçtuğunu ve deniz üzerinde yürüdüğünü, yâhut ağzına ateş koyup yuttuğunu görseniz, fakat İslâmiyete uymayan bir iş yapsa, kerâmet sâhibiyim derse de, onu büyücü, yalancı, sapık ve insanları doğru yoldan saptırıcı biliniz!”

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, “Mektûbât” adlı eserinin üçüncü cild 123. mektûbunda, bu husûsla ilgili olarak şöyle buyurmuştur:

“İnsanı Allahü teâlâya kavuşturan yollar ikidir. Birincisi, peygamberlerin yakınlığı gibi olan (Nübüvvet yolu) olup, insanı aslın aslına ulaştırır. Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” ve bunların sahâbîleri bu yoldan kavuşmuşlardır. Ümmetlerinden sahâbî olmıyanlar arasından dilediklerini de bu yoldan kavuşmakla şereflendirirler. Fakat bunlar pek azdır. Bu yolda vâsıta, aracı yoktur. Ya’nî vâsıl olduktan sonra, doğrudan doğruya asıldan feyz alırlar. Hiçbiri ötekine vâsıta olmaz, perde olmaz. İkinci yol, (Vilâyet yolu)’dur. Kutblar, evtâd, büdelâ ve nücebâ ve bütün evliyâ hep bu yoldan kavuşmuşlardır. Bu yol (Sülûk) yoludur. Evliyânın cezbeleri de, bu yolun cezbeleridir. Bu yoldan kavuşanlar birbirlerine vâsıta ve perde olurlar. Bu yoldan vâsıl olanların önderi ve en üstünleri ve ötekilere vâsıta olanı, hazret-i Ali Mürtedâ (kerremallahü teâlâ vechehü’l-kerîm)dir. Bu yoldan gelen feyzlerin kaynağı odur. Resûlullahtan (sallallahü aleyhi ve sellem) gelen feyzler, ma’rifetler hep onun vâsıtası ile gelir. Fâtımat-üz-Zehrâ, hazret-i Hasen ve hazret-i Hüseyn (radıyallahü anhüm), bu makamda, hazret-i Ali ile ortaktırlar. Öyle sanıyorum ki, hazret-i Ali, dünyâya gelmeden önce de, bu makamda idi. Vefat ettikten sonra da, bu yolda her velîye gelen feyzler, hidâyetler, yine onun vâsıtası ile gelmektedir. Çünkü kendisi, bu yolun en yüksek noktasında bulunuyor. Bu makamın sâhibi odur. Hazret-i Ali vefat edince, ondan yayılan feyzler, hazret-i Hasen ve sonra hazret-i Hüseyn vâsıtası ile geldi. Daha sonra oniki İmâmdan, sağ olanları da vâsıta oldular. Bunlardan sonra gelen evliyâya feyzler, bu oniki İmâm vâsıtası ile geldi. Kutblara, nücebâya da, hep bunlardan geldi.

Abdülkâdir-i Geylânî "kuddise sirruh", dünyâya gelip, velî oluncaya kadar hep böyle idi. Sonra, bu da bu vazîfeye kavuştu. Ondan sonraki kutblara, nücebâya ve bütün evliyâya oniki imâmdan gelen feyzler ve bereketler bunun vâsıtası ile geldi. Başka hiçbir velî bu makama kavuşamadı. Bunun içindir ki; “Önceki velîlerin güneşleri battı. Bizim güneşimiz ufuk üzerinde sonsuz kalacak, hiç batmıyacaktır” buyurmuştur. Hidâyet, irşâd feyzinin akmasını, güneş ışıklarının yayılmasına benzetmiştir. Feyzin kesilmesine, güneşin batması demiştir. Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerine oniki imâmın vazîfeleri verilmiştir. Rüşd ve hidâyete vâsıta olmuştur. Kıyâmete kadar, her velîye feyzler onun vâsıtası ile gelecektir. (Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin bu vasfından dolayı, ona “Gavs-ül-a’zam” denilmiştir.)

Her asırda gelen müceddidler, onun vekîlleridir. (Hazret-i Îsâ (aleyhisselâm), hazret-i Mehdî ve İmâm-ı Rabbânî "kuddise sirruh" “Nübüvvet yolu” ile vâsıl olduğundan, vâsıtaya ihtiyâçları yoktur. Ebû Bekr-i Sıddîk "radıyallahü anh" nübüvvet yolunda, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) vekîlidir:

Resûlullahın vârisi, müceddîd-i elf-i sânî,

İlm-i zâhirde müctehid, tasavvufda Veysel Karânî.

Dîni yaydı yeryüzüne, nûrlar saçdı her mü’mine,

Uyandırdı gâfilleri, yüce İmâm-ı Rabbânî.

İyi bildi ilm-i hâli, dîne uygundu her hâli,

Küfr sarmışken cihânı, oldu Ebû Bekr misâli.

Sohbetinden feyz aldılar, hem kumandan hem de vâli,

Ömer Fârûk soyundandır, buna şâhid oldu adlî.

 

Üstünlüğü ve medhi:

Zamanının âlimleri, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine “Sıla” ismi ile hitâb ettiler. Sıla, birleştirici demektir. Çünkü, o, tasavvufun İslâmiyetten ayrı bir şey olmadığını İslâmiyete uygun bir şey olduğunu isbat ederek, ahkâm-ı İslâmiye ile tasavvufu vasl etmiş, birleştirmiştir. Bir hadîs-i şerîfte; “Ümmetimden Sıla isminde biri gelir. Onun şefâati ile çok kimseler Cennet’e girer.” buyurularak onun geleceği haber verilmiştir. Bu hadîs-i şerîf, İmâm-ı Süyûtî’nin “Cem’ül-Cevâmi’” kitabında vardır. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bir mektûbunda; “Beni iki deryâ arasında “Sıla” yapan Allahü teâlâya hamd olsun” diye dua etmiştir. Eshâbı, talebeleri ve sevenleri arasında “Sıla” ismiyle meşhûr olmuştur. Hadîs-i şerîfte müjdelenen “Sıla” ismini ondan evvel kimse almamıştır.

Mevlânâ Abdurrahmân Câmî "kuddise sirruh" Nefehât kitabında diyor ki: Şeyhülislâm Ahmed Nâmık-i Câmî buyurdu ki: “Evliyânın çektiği riyâzetlerin, sıkıntıların hepsini yalnız başıma çektim ve daha çok da çektim. Allahü teâlâ, evliyâya verdiği hâllerin, ihsânların hepsini bana verdi. Her dörtyüz senede, Ahmed isminde bir kuluna böyle büyük ihsânlar yapar ve bunu herkes görür.” Ahmed Câmî’den, İmâm-ı Rabbânî "kuddise sirruh" zamanına kadar dörtyüzotuzbeş sene olup, bu zaman içinde evliyâ arasında bu büyüklükte, Ahmed isminde biri bulunmadı. Ahmed Câmî’nin haberi, büyük bir zan ile İmâm-ı Rabbânî’ye "kuddise sirruh" âid olmaktadır. Şeyhülislâm Ahmed Câmî’nin; “Benden sonra benim ismimde onyedi kişi gelir. Bunların sonuncusu bin târihinden sonra olup, en büyüğü ve en yükseği odur” sözü de, bu husûsu kuvvetlendirmektedir.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, müceddîd-i elf-i sânîdir. Ya’nî hicrî ikinci binin müceddididir. Eski ümmetler zamanında, her bin senede yeni din getiren bir Resûl gönderilirdi. Yeni din önceki dîni değiştirir, bazı hükümleri kaldırırdı. Her yüz senede de bir Nebî gelir, din sâhibi peygamberin dînini değiştirmez, kuvvetlendirirdi. Hadîs-i şerîfde; bu ümmete ise, her yüz yıl başında İslâm dînini kuvvetlendiren bir âlim geleceği haber verilmektedir. Peygamber efendimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) sonra peygamber gelmeyeceğine göre, kendisinden bin sene sonra, İslâm dînini her bakımdan ihyâ edecek, dîne sokulan bid’atleri temizleyip, asr-ı se’âdetteki temiz hâline getirecek, zâhirî ve bâtınî ilimlerde tam vâris, âlim ve ârif bir zâtın olması lâzımdı. Hadîs-i şerîfler bunu bildirmektedir. Bu mühim hizmeti İmâm-ı Rabbânî hazretleri yapmıştır.

Bütün İslâm âlimleri, bu zâtın İmâm-ı Rabbânî hazretleri olduğunda ittifâk etmişlerdir. Peygamberimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) tam bin sene sonra ilim ve irşâd kürsüsüne mutlak olarak oturup, cihânı Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) nûrları ile aydınlattı. Bid’atleri temizleyip İslâm dînini ihyâ etti. Onun zamanında Hindistan’da ve hattâ bütün İslâm âleminde baş gösteren sapık fikirler, bozuk inanışlar yayılmaya başlayıp, büyük fitneler çıkmıştı. Ayrıca tasavvufda vahdet-i vücûdu anlatan sözler, müslümanlar arasında çeşit çeşit şekillere sokuldu. Bu yüksek ve kıymetli bilgi anlaşılamadı. Birçok câhiller, büyüklerin sözlerinin manâlarını anlamayarak zamanla dinden çıktı. İslâmiyete karşı olanlar da bunu fırsat bilip, müslümanları doğru yoldan ayırmak için çalıştılar. Böylece tasavvuf bilgileri ile İslâmiyetin hükümleri arasında ayrılık ve çatışma varmış gibi, ikisi birbirinden ayrıymış gibi gösterilerek, müslümanlar çeşitli isimler altında birbirlerinden ayrılmaya ve birbirlerine düşman edilmeye çalışıldı. İmâm-ı Rabbânî hazretleri başta vahdet-i vücûd bilgileri olmak üzere, yanlış anlaşılan daha birçok mes’eleyi gayet açık bir şekilde îzâh ederek, insanların zihinlerini ve kalblerini, yanlış ve bozuk inanışlardan, bid’atlerden temizledi. Hakkı bâtıldan ayırıp, Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) hak ve doğru yol olduğunu haber verdiği Ehl-i sünnet i’tikâdını her yere yaydı. Genç-ihtiyar herkes ve birçok âlim onun etrâfında toplandı. Kendisine ilk defâ (Müceddîd-i elf-i sânî) ismini veren, zamanının en büyük âlimlerinden Abdülhakîm-i Siyalkûti’dir. O zamanın diğer büyük âlimleri de onu medhetmiş, övmüştür.

Talebelerinin meşhûrlarından Muhammed Hâşim-i Keşmî “Zübdet-ül-makâmât” adlı eserinde şöyle yazmıştır: “Kalbimden geçti ki: “Eğer Allahü teâlâ, bu zamanın âlimlerinin en büyüklerinden birine, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Müceddîd-i elf-i sânî olduğunu (ikinci binin kuvvetlendiricisi olduğunu) bildirse, bu manâ tamamen kuvvetlenirdi.” Birgün bu düşünce ile İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna gittim. Bu fakîre hitâb edip buyurdular ki: “Birçok kıymetli kitaplar yazan aklî ve naklî ilimlerde Hindistan’da bir benzeri bulunmayan Abdülhakîm Siyalkûtî’den mektup aldım.” Bunu söyleyip tebessüm etti. Sonra da; “Mektûbunun bir yerinde bu fakîri medhedip; “Müceddid-i elf-i sânî” yazıyor” dedi.

Abdülhakîm Siyalkûti; bir gece rüyâda İmâm-ı Rabbânî hazretlerini gördü. İmâm-ı Rabbânî hazretleri ona şu âyet-i kerîmeyi okudu: “Allah de ve onları kendi oyunlarına bırak.” (En’âm-91) bu rüyâyı gördükten hemen sonra İmâm-ı Rabbânî’nin huzûruna gelip, hakiki muhlislerinden oldu. Huzûruna gelmeden evvel: “Ben İmâm-ı Rabbânî’nin üveysiyim” (Ya’nî onun rûhâniyeti beni terbiye ediyor) dedi.

Halîl-ül-Bedahşî "kuddise sirruh buyuruyor ki: “Silsilet-üz-zeheb büyüklerinden Hindistan’da bir kâmil gelir ki, asrında onun gibisi bulunmaz.” Hindistan’da bu silsileden İmâm-ı Rabbânî’den "kuddise sirruh" başkası meydana çıkmamış olduğundan, bu haberin İmâm-ı Rabbânî’ye âit olması zarurî lâzımdır.

Hâce Muhammed Bâkî-billah’ın talebesinin en büyüklerinden ve en yüksek âlimlerden olan Seyyid Mîr Muhammed Nu’mân diyor ki: “İmâm-ı Rabbânî’ye tâbi olmağı hocam bana söyleyince, buna lüzum olmadığını anlatmak için; “Kalbimin aynası ancak sizin parlak kalbinizin nûruna karşı duruyor” dedim. Hocam sert bir sesle; “Sen, Ahmed’i ne sanıyorsun? Onun, güneş olan nûru, bizler gibi binlerce yıldızı örtmektedir” buyurdu. Muhammed Bâkî-billah "kuddise sirruh bir kerre de buyurdu ki: “Bu üç-dört sene içinde, herkese doğru yolu, kurtuluş yolunu göstereceğim diye uğraşdım. Elhamdülillah ki, bu gayretim boşa gitmedi. Çünkü, İmâm-ı Rabbânî gibi biri yetişti.”

Hâce Muhammed Bâkî-billah bir kerre de buyurdu ki: “Kalblere deva, rûhlara şifâ olan bu tohumu Semerkand ve Buhârâ’dan getirip Hindistan’ın bereketli toprağına ektim. Tâliblerin yetişip kemâle gelmesi için uğraştım. O, (Ya’nî İmâm-ı Rabbânî "kuddise sirruh her dereceyi aşıp üstünlüklerin sonuna varınca, kendimi aradan çekip, talebeyi ona bıraktım.”

Hâce Muhammed Bâkî-billah, İmâm-ı Rabbânî’ye yazdığı bir mektupta buyuruyor ki: “Allahü teâlâ size, en yüksek dereceye yetişmek ve herkesi de yetiştirmek nasîb etsin!” Mısra’:

“Kerîmlerin sofrasından toprağa da nasîb vardır!”

Mübalağa değil, işin doğrusu şöyledir ki, Şeyhülislâm Abdullah Ensârî "rahmetullahi aleyh" buyurdu ki: “Beni, Ebü’l-Hasen-i Harkânî yetiştirdi. Fakat Harkânî şimdi sağ olsaydı, hocam olduğunu düşünmez, gelip önüme diz çökerdi. Bizim durmamız, ihtiyâcımız olmadığından veya ehemmiyet vermediğimizden değil, belki kabul işâretini gözetmekteyim. İşin doğrusu budur. Allahü teâlâ, bizlere hidâyet ihsân eylesin! Kendini beğenmekten ve aldanmaktan korusun! Bu mektûbumu size getiren Nişâpûrlu Seyyid Sâlih, kalbinin derdine çâre için bana geldi. Vaktim, hâlim buna elverişli olmadığından, vakitlerini yanımda ziyân etmemesi için size gönderiyorum. İnşâallah lütf ve yüksek teveccühünüze kavuşarak istidâdı kadar bir şeyler alır.

Allahü teâlâ, ilim ve irfan fukarasını, birşeyden nasîbi olmıyanları, sevip seçtiği evliyâsı hürmetine maksatlarına kavuştursun! Evliyâ kaynağı olan makâmınıza ihlâs ve saygılarımı arzedemedim. Evet, hâlleri doğru olan bir huzûra ancak bu kelimeyi yazmak mümkündür. Size talebem demek, hayâsızlığın en aşağısı ve görünüşün söylenmesi olup, hakîkati örtmek olur. Bize lâzım olan, haddimizi bilmek, yersiz konuşmamaktır. Dualarınızı istirhâm ederim efendim.”

Üstâdından başka, o zamanın büyük âlimlerinden, kâmillerinden birçoğu; ona lâyık olan medh-ü-senâlarda bulunmuşlar, ona karşı edebsizce söyliyenlere cevap vererek, hepsi onun ma’rifet ışığı etrâfına pervane gibi toplanmışlardır. Bunlardan parmakla gösterilen en büyükleri; Fadlullah-i Burhân-pûrî, Mevlânâ Hasen-ül-Gavsî, Mevlânâ Abdülhakîm-i Siyâlkûti, Mevlânâ Cemâleddîn-i Tâluvî, Mevlânâ Ya’kûb Sırfî, Mevlânâ Hasen-ül-Kubâdânî, Mevlânâ Mîrekşâh, Mevlânâ Mîr Mü’min, Mevlânâ Can Muhammed Lâhorî ve Mevlânâ Abdüsselâm’dır.

Fadl Burhân-pûrî, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin güzel evsâfını, doğru hâllerini dinlemekten hoşlanır, kıymetli ma’rifetlerini işitmekle zevklenirdi. Onun, kutb-ül-aktâb olduğunu, hakîkat sırlarından verdiği haberlerin hep doğru olduğunu; sözlerinin doğruluğuna ve hâllerinin yüksekliğine alâmet ise, İslâm dîninin bütün inceliklerine tâbi olması ve herkesin onu sevmesi olduğunu söylerdi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri Guwalyar Kalesi’nde habs olduğu zaman, kurtulması için beş vakit namazda çok dua ederdi. Kendisine Serhend taraflarından talebe gelince: “Siz İmâm-ı Rabbânî’ye yakın olup da, ilmi, ma’rifeti başka yerlerde arıyorsunuz. Güneşi bırakıp, yıldızların ışığına koşuyorsunuz. Sizlere şaşıyorum” derdi.

Mevlânâ Abdülhakîm-i Siyâlkûtî, İmâm-ı Rabbânî’ye "rahmetullahi aleyh" çok ta’zîm ve hürmet ederdi. İnkâr edenlerle mücâdele ederdi. İnkâr edenlere karşı; “Büyüklerin sözlerine, maksatlarını anlamadan i’tirâz etmek cahilliktir. Böylelerin sonu felâkettir. İlim ve feyz kaynağı, irfân menba’ı üstâd Ahmed’in sözlerini red etmek, bilmemezlik ve anlamamazlıktandır” diye yazmıştır.

Belh şehrinde bulunan Mîr Muhammed Mü’min Kübrevî, talebesinden birini, inâbet, tövbe ve sülûk için, İmâm-ı Rabbânî’nin "kuddise sirruh" huzûruna gönderdi. İmâm-ı Rabbânî’nin huzûruna varınca; üstâdından, Seyyid Mîrekşâh’dan, Hasen-i Kubâdânî ve Kâdı’l-kudât Tulek’den selâm getirdi ve; “Üstâdım Mîr Muhammed Mü’min buyurdu ki: “İhtiyârlığım mâni olmasaydı ve yerim yakın olsaydı, gidip dersinden istifâde eder, ölünceye kadar ona hizmetçilik ederdim. Kimseye nasîb olmıyan nûrları ile kalbimi aydınlatmağa çalışırdım. Bedenim uzakta, gönlüm ise, onunla oradadır. Bu fakîri, huzûrunda bulunan temiz talebesi gibi kabul buyurmasını ve mukaddes nûrlarından rûhuma ışık salmasını yalvarırım ve benim için de mübârek elini öp!” dedi” deyip İmâm’ın "kuddise sirruh" bir daha elini öptü. Vedâ edip ayrılırken de dedi ki: “Belh şehrindeki azîzler, kendilerine, yüksek hakîkatleri bildiren mektuplarınızdan göndermenizi istirhâm ettiler.” Bunun üzerine İmâm-ı Rabbânî bir mektup yazıp, diğer birkaç mektupla beraber verdi. Bir müddet sonra, Belh’den Hindistan’a gelen bazı sâdıklar dedi ki: “İmâm’ın "kuddise sirruh" bu mektûbu, Mîr Muhammed Mü’min’e ulaşınca, okurken zevkinden yerinde duramıyordu. “Sultân-ül-ârifîn Bâyezîd, Seyyid-üt-tâife Cüneyd ve bunlar gibi büyükler şimdi sağ olsalardı, İmâm-ı Rabbânî’nin "kuddise sirruh" önünde diz çökerler, hizmetinden ayrılmazlardı” dedi.

O zamanın âriflerinden biri diyor ki: “Âlimlerin, İmâm-ı Rabbânî’nin "kuddise sirruh" yazılarından nasîbleri, câhillerin, hikmet sahiplerinden duyduklarını anlamaları gibidir.”

O zamanın, ilmi ile amel eden dindar âlimlerden biri buyuruyor ki: “Kalb ve rûh ilimlerinin mütehassısları, ya kitap tasnif ederler veya te’lîf ederler. Tasnif demek; bir ârifin kendine bildirilen ilimleri, esrârı, dereceleri yazmasıdır. Te’lîf ise, başkalarının sözlerini kendine mahsûs bir sıra ile toplayıp yazmasıdır. Tasnif çok zamandan beri dünyâdan kalktı. Yalnız te’lîf kaldı. Fakat, İmâm-ı Rabbanî’nin "kuddise sirruh" yazıları, doğrusu, tasniftir. Te’lîf değildir. Ben, onun talebesi değilim. Fakat insaf ile söylemek lâzım gelirse, onun yazılarına çok dikkat ediyorum. Başkalarının sözlerini bulamıyorum. Hepsi kendi keşfleri, kalbine gelen ilimlerdir. Hepsi de, yüksek, makbûl, güzel ve İslâm dînine uygundur.”

O zamanın en büyük kadısına, İmâm-ı Rabbânî’nin "kuddise sirruh" hâlleri soruldukta, dedi ki: “Kalb ve rûh âlimlerinin sözlerine ve hâllerine bizim aklımız ermiyor ve almıyor. Fakat İmâm-ı Rabbânî’nin "kuddise sirruh" hâllerini görünce, geçmiş evliyânın hâllerini ve sözlerini anladım ve bildim. Bundan evvel, geçmiş evliyânın acayip hâllerini, garîb ibâdetlerini okuyunca, talebenin bunları, büyülterek yazmış olmaları hatırıma gelirdi. Onun hâllerini, vaziyetlerini görünce, bu düşünce ve tereddütlerim kalmadı.”

Hadîs âlimi Abdülhak-ı Dehlevî, ilk zamanlar İmâm-ı Rabbânî "kuddise sirruh" hazretlerinin yazılarını beğenmez, i’tirâzlar yazardı. Fakat, son zamanlarda, Allahü teâlânın inâyetine kavuşarak, yaptıklarına pişman oldu. Tövbe etti. Hâce Muhammed Bâkî’nin icâzetli talebelerinden Mevlânâ Hüsâmeddîn Ahmed’e, bu tövbesini şöyle yazdı: “Allahü teâlâ, Ahmed-i Fârûkî’ye selâmetler ihsân etsin! Bu fakirin kalbi, şimdi ona karşı çok hâlis oldu. Beşeriyet perdeleri kalktı. Nefsin lekeleri temizlendi. Yol birliğini bir tarafa bırakalım, böyle bir din büyüğüne karşı durmamak, akıl icâbı idi. Ne insafsızlık, ne cahillik etmişim. Şimdi kalbimde, vicdanımda duyduğum mahcubiyeti, ona karşı küçüklüğümü anlatamam. Kalbleri çevirmek, hâlleri değiştirmek, Allahü teâlâya mahsûstur.” Abdülhak Dehlevî kendi çocuklarına da mektup yazarak; “Ahmed-i Fârûkî’nin sözlerine karşı i’tirâzlarımın müsveddelerini yırtınız! Kalbimde ona karşı hiçbir bulanıklık kalmamıştır. Kalbim ona karşı hâlis olmuştur” dedi.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri vefatından sonra da sevilmiş, asırlar boyu medhedilmiş, eserleri okunup istifâde edilmiştir. Büyük velî Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri, ince rûhunun terennümleri ile dolu olan fârisî dîvânının doksandördüncü sahifesindeki beytlerinde buyuruyor ki:

“Yâ Rabbî! O nihâyetsiz yolun yolcusu, ilim sahiplerinin reîsi, bu göz ile görülmeyen, akıl ile varılmayan gizli sırların menba’ı, insanların anlayamadığı, ancak senin bildiğin büyüklüğün sâhibi, köpüren ve dalgalanan manâlar deryâsı, maddesizlik ve mekânsızlık âleminin reîsi, nûrları ile Hindistan’ı aydınlatan, Sihrind şehrini, Mûsâ aleyhisselâma Allahü teâlânın kelâmı geldiği şerefli va’di yapan, Muhammed aleyhisselâmın dîninin büyüklüğünün vesîkası, keskin görüşlüler meclisinin ışığı, dîni bütün olanlar ordusunun kumandanı, düşünülemiyen yüksekliklere erişen, izinde gidenleri de oraya çeken Ahmed-i Fârûkî’nin "kuddise sirruh gözlerinin nûru hürmetine beni affet! Senin af ve merhamet denizinin sonsuzluğunu düşünerek, rahat ediyorum. Allah’ım! Yalnız senin ihsânına güveniyorum. Çünkü, “Ben af ediciyim” buyuruyorsun!”

Evliyânın büyüklerinden ve meşhûrlarından olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’ye, hocası Şâh Abdullah-ı Dehlevî hazretleri yazdığı bir mektupta şöyle buyuruyor:

“İmâm-ı Rabbânî’yi sevenler, mü’min ve takvâ sahipleridir. Sevmeyenler ise şâkî ve münâfıklardır. Bütün âlem-i İslâma, İmâm-ı Rabbânî’nin şükrünü eda etmek vâcibtir.” Yine bu mektupda; “İnsanlarda bulunabilecek her kemâli her üstünlüğü, Allahü teâlâ, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine vermiştir...” buyurarak onun için farsça şu şiiri yazmıştır:

 

“Her letâfett ki, nihân bûd pes perde-i gayb

Heme der sûret-i hûb-ı tû ıyân sâhte end.

 

Herçi ber safha-i endîşe keşed kilk-i hiyâl

Şekl-i matbû’i tu zîbâter ezân sâhte end.”

 

Manâsı:

Gayb perdesi ardında bulunan güzellikler,

Senin eşsiz sîmanda hepsi zuhur ettiler.

 

Hayal kalemi gönül sayfasına ne çizse,

Senin düzgün şeklini, ondan güzel ettiler.

 

Onu medh edenlerden birisi de, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin "kuddise sirruh" yetiştirdiği ulemâ ve evliyânın en üstünü, âlim, fâdıl, velîyyi kâmil, sayısız kerâmetler sâhibi, Seyyid Tâhâ-i Hakkâri "kuddise sirruh" hazretleridir.

İmâm-ı Rabbânî’yi "kuddise" sirruh" medheden büyüklerden birisi de, ulemânın zîneti, evliyânın ekmeli, Seyyid Abdülhakîm Arvâsî Efendi’dir. “rahmetullahi aleyh”. Sâlihlerden birine yazdığı bir mektupta buyuruyor ki: “Zikr ve zikrin tesîri, derin bir denizdir. Onun derinliklerine kimse varamamıştır. Bir dalgalı deryâdır ki, bütün dünyâ onun bir dalgasını bilmiyor. Dünyâyı kuşatan öyle bir bahr-i muhittir ki, (okyanustur) onu kavramağa bütün âlemin gücü yetmez. Zikr; zikr edenlerin kalblerinde hâsıl olan bir hâldir. Söylemesi, yazması, bildirmesi imkânsızdır.

Hak teâlâyı, bilen kimsenin dili söylemez olur. Kelime bulamaz ki, anlatabilsin. Şaşar kalır. Dünyâdan ve insanlardan haberi olmaz. Zikr olunan, Allahü teâlâ olduğu gibi, zikr eden de ancak O’dur. Kendisini yine ancak kendisi zikr edebilir. Mahlûkların, O’nu zikr etmek haddine mi düşmüştür? Ancak Sıfat-ı ilâhiyesi ile sıfatlanması için, yaratmış olduğu insana kendisini zikr etmesini emr etmiştir. Herkes, yaradılışındaki kabiliyeti kadar, o nihâyetsiz ve dalgalı denizden birşey ile teselli bulur. Veysel Karânî o deryânın bir damlası ile teselli bulmuştur. Cüneyd-i Bağdadî, o denizden bir avuç miktarı ile doymuş, kanmıştır. Abdülkâdir-i Geylânî, ancak o denizin kenarına varmıştır. Muhyiddîn-i Arabî ise, bunun dibinden çıkarılmış bir cevher ile övünmektedir. İmâm-ı Rabbanî, ondan büyük pay almıştır.”

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hocası Muhammed Bâkî-billah’ın "kuddise sirruh" büyük oğlu Hâce Ubeydullah, İmâm-ı Rabbânî’ye "kuddise sirruh" yazdığı bir mektupta onu şöyle medh etmiştir:

“Kölelerinizin en aşağısı, hakîr Ubeydullah’ın, ihlâs ve ihtisasın menba’ı olan yüksek makamınıza arzıdır. Bu yolun bütün sarhoşluklarından kurtulup, ayıklıkta ve uyanıklıkta en ileri gitmiş olanların başı, tâliblere yol gösterenlerin önderi, şeyhülislâm, karanlıkları aydınlatan, bütün insanların rehberi, uykuda olanların uyandırıcısı, ameli kuvvetli, vera’ı çok, kemâli üstün, nûr yüzü, nûr kaynağı olan azîz efendim!

İslâm dîninin kuvvetlendiricisi, nûrlandırıcısı, bid’at ve alçak şeylerden dînin temizleyicisi, doğruyu ve hakkı söyleyen, dînini kayıran, dînin sağlam hükümlerini koruyan, hakkı arayanlara feyz verme makamlarının sâhibi, aşağı mertebelerden saâdet ufkuna yükselen muhterem efendim!..”

Hicrî ikinci bin yılının müceddidi olan ve ahkâmı İslâmiye ile tasavvufu birleştirerek “Sıla” ismini alan İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin husûsiyetlerinden ve üstünlüklerinden bir kısmı şunlardır:

1- Kutbluk istidâdı: Kutb olacağı daha hocası Muhammed Bâkî-billah’a talebe olmadan birkaç sene önce bu hocasına bildirilmiştir.

2- Tasavvufda yüksek hâllere kavuşmadan önce, hocası Muhammed Bâkî-billah onun cihânı aydınlatacak nûrlarını büyük, bir kandil gibi görüp, hakkında; “Onun, âlemi, nûrla dolduracak bir güneş olacağını anlıyorum” buyurdu.

3- Hocası, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine, tasavvufda yetişmek isteyen birini göndererek şöyle demiştir: “Bizi seven ve size gelen bu dostumuzu altı yedi günde nihâyete kavuşturmanızı rica ediyorum.” Böylece İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yüksek derecesine işâret etmiştir.

4- İmâm-ı Rabbânî hazretlerine murâdlık ve mahbûbluk (çekilip götürülmek) mertebeleri verilip, çok yüksek hâllerle müjdelendi.

5- Hocası Muhammed Bâkî-billah’in huzûrunda, iki-üç ay kadar kısa bir zaman içinde, tasavvufda yetişip tam bir olgunluğa ulaştı.

6- Çok yüksek derecelerde bulunan hocası Muhammed Bâkî-billah, daha hayatta iken, irşâd ve feyz verme makamına İmâm-ı Rabbânî hazretlerini geçirdi.

7- Yüksek hocası Muhammed Bâkî-billah bir mektûbunda kendisinden feyz almak için, huzûruna gitmek üzere işâret beklediğini yazmıştır.

8- Hocası ondan istifâde etmek ve feyz almak için yanına gitmiş ve onun hakkında; “O bizim gibi binlerce yıldızı örten bir güneştir” buyurmuştur.

9- Yine hocası Muhammed Bâkî-billah birgün; “O, murâdların ve mahbûbların (çekilip götürülen) büyüklerindendir”, bir başka vakit; “Gök kubbe altında bugün, bu yüksek yolun velîlerinden onun gibisi yoktur”, bir başka vakit; “Eshâb-ı kirâm’dan, Tabiînin büyüklerinden ve müctehidlerden sonra seçilmişlerin seçilmişlerinden İmâm-ı Rabbânî gibi birkaç kimse görüyorum” buyurdu.

10- Bereketler ve fazîletler sâhibi Hâce Muhammed Bâkî-billah’ın vefatından sonra, çok gizli ve husûsî sırları açıklayan yazıları ele geçti. Burada dört dâire çizmişti. Birinci dâirede velâyet, ikinci dâirede vilâyet, üçüncü dâirede bâtın kemâlâtı, dördüncü dâirede mutlak kemâl kelimelerini yazıp, bu dört dâirede, Sahâbe ve Tabiînden sonra gelen (radıyallahü anhüm) seçilmişlerin seçilmişlerini, bu dâirelerin etrâfına, mertebelerine uygun olarak, şüphesiz bir keşf yoluyla, gayb âleminden kendilerine bildirdiği şekilde yazdı. Bütün bunların arasında en büyüklerinden on-oniki büyüğü, her dâirede en olgun bir şekilde, dâhil edilmiş gördüler. İmâm-ı Rabbânî hazretlerini de bu on-oniki kişi arasında her dâireye girmiş buldular. Muhammed Bâkî-billah defâlarca onun kutb olduğuna işâret etmiştir.

11- Muhammed Bâkî-billah kendi yüksek nisbetlerini İmâm-ı Rabbânî hazretlerine verdikten sonra, diğer yollardaki büyükler de kendi nisbetleri ve terbiye usûllerini kırmızı bir gül gibi ona sunup, daha yüksek makamlara götürdüler. Evliyâullahdan bazılarına verilen vilâyet nisbetini ve nübüvvet kemâlâtını tamamen İmâm-ı Rabbânî hazretlerine verdiler. Hepsinin ma’rifeti ile şereflendirdiler. Kendisi birçok defâlar bunu söyleyip şöyle buyurdu: “Allahü teâlânın, bu kullarının en aşağısına en büyük yardımı şudur: Bu yolda hiçbir sokak, hiçbir makam kalmadı ki, bu fakiri oradan geçirmemiş olsunlar. Sereyânın, ma’iyyetin, ihâtanın, vahdetin, tesbîhin, tenzîhin yüksek nisbetlerini, dünyânın ve âhıretin, varlığı lâzım olanın ve mahlûkâtın esrârını kerem ve ihsân ederek ayrı ayrı bildirdiler.”

12- Hızır ve İlyas aleyhisselâmın rûhâniyeti ile görüşüp, konuştu. Ona hayatları ve ölümleri hakkında bilgi verdiler. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu husûsu “Mektûbât’ın birinci cild, 282. mektûbunda bildirmiştir.

13- İmâm-ı Rabbânî hazretleri tasavvufda ilerlemeye başladığı ilk sıralarda, Hızır aleyhisselâm ona ilm-i ledünnîyi öğretti.

14- Birgün İmâm-ı Rabbânî hazretleri murâkabe halkasında bir kırıklık ve amellerindeki kusurları görme hâlinde iken; “Seni ve kıyâmete kadar vasıtalı veya vasıtasız seni tevessül, vesîle edenleri, senin yolunda gidenleri ve sana muhabbet edenleri mağfiret eyledim” nidâsını duydu. Ve; “Bunu herkese söyle” diye kendilerine emrettiler. Nitekim Mebde’ ve Me’âd risâlelerinde bunu bildirmiştir.

15- İmâm-ı Rabbânî hazretlerine; “Elbette o, müttekîlerdendir” ilhâmı geldi. Bunun sebebi şu idi: Birgün vefat eden oğullarından birinin rûhuna sadaka olarak bir yemek verdi. Bu arada inkisârlarının (kırıklıklarının) kendisini istilâ etmesinden dolayı buyurdu ki: “Bu sadakamızı nasıl kabul ederler. Allahü teâlâ sadakayı kabul hakkında; “Allah ancak müttekîlerinkini kabul eder.” buyuruyor. Bunu derken, şöyle bir nidâ geldi: “Elbette o müttekîlerdendir.

16- İmâm-ı Rabbânî hazretlerine: “Cenâze namazında bulunduğun herkes mağfiret olunmuştur” müjdesi ilhâm olundu.

17- Magfiret olunması için hangi mezarın başına gitse, kendisine o mezarda bulunanlardan azâbın kaldırıldığı ilhâm edilirdi.

18- İmâm-ı Rabbânî hazretlerine ilhâm olundu ve müjde verildi ki: “Senin söylediğin ve yazdığın ilimlerin hepsi bizdendir.” Kendisine mahsûs olup, tereddüt ve şüphe ettiği ilimlerin doğrularını ve hakîkatlerini de kendisine bildirdiler.

19- İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki: “İslâmiyeti gördüm. Kervanın, kervansaraya indiği gibi, bizim mahallemize, etrâfımıza indi.”

20- İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki: “Ramazân-ı şerîfin son on gününde idi. Teravih namazını kıldıktan sonra, kendimde bir gevşeklik hissedip yatağıma yatmak istedim. Yatarken, bu gevşekliğin çokluğundan evvelâ sağ tarafa döneceğimi unuttum. Hâlbuki bu sünnet idi. Sol tarafa dönüp yattım. Bir müddet sonra sünneti terk ettiğim hatırıma geldi. Bunu ilk defâ terk ettiğimi düşündüm. O anda unutarak ve sehven olduğu bildirildi. Fakat, sünneti terketmek korkusu benden gitmedi. Hemen kalktım; sağ tarafa dönüp yattım. Bunu yaptıktan sonra Allahü teâlânın nihâyetsiz nûr ve feyzleri zâhir oldu ve şöyle bildirildi: “Sen bu kadar sünnete riâyet edince, âhırette hiçbir şekilde sana azâb etmem!”

21- Yine Ramazân-ı şerîfin son on gününde buyurdu ki: “Bu gün son derece güzel bir hâl zâhir oldu. Yatağımda uzanmış yatıyordum. Gözlerimi kapamıştım. Yatağımın üzerine bir başkasının gelip oturduğunu hissettim. Bir de ne göreyim, evvelkilerin ve sonrakilerin seyyidi, efendisi Peygamberimizdir (sallallahü aleyhi ve sellem). Buyurdu ki: “Senin için icâzet yazmağa geldim. Hiç kimseye böyle bir icâzet yazmadım.” Gördüm ki, o icâzetnâmenin metninde bu dünyâya âit büyük lütuflar yazılı idi. Arkasında da öbür dünyâya âit, çok inâyetler yazmışlardı.” İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu husûsu, “Mektûbât”ının üçüncü cild, 106’ncı mektûbunda uzun bildirmektedir.

22- Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) İmâm-ı Rabbânî hazretlerine, yarın kıyâmet günü binlerce insanı senin şefâatin ile affederler müjdesini verdi. Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: “İmâm-ı Rabbânî hazretleri Peygamber efendimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) bu müjdeyi alınca, bu ni’metin şükrünü eda etmek için, bir ziyâfet verdi. O ziyâfette kendilerinin; “Beni iki deryâ arasında “Sıla” yapan Rabbime hamd ederim” sözlerine temasla şöyle arzettim: “Azîzlerden birisiyle bu husûsda münâkaşa ettik. Dedi ki, Allah aşkına! Peygamber efendimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) Mehdî hakkında olduğu gibi, bunun hakkında da böyle bir müjde zâhir olmuş mudur? Ben dedim ki: “Hadîs-i şerîflerde ona âid bir işâret olmadığını nereden bileyim ki, biz bütün hadîsleri bilmiyoruz.” O azîz dedi ki: “İmâm-ı Süyûtî’nin “Cem’ul-Cevâmî”, kitabı bende var. Onda bulunmıyan çok az hadîs-i şerîf vardır. Gel, bu ümmetin fazîletleri kısmında arayalım.” Bu arama esnasında bir hadîs-i şerîfe rastladık ki, aradığımıza tam uygun idi. Ve o hadîs-i şerîf şu idi: “Ümmetimden “Sıla” isminde biri gelir. Onun şefâatiyle, çok çok kimseler Cennet’e girerler.” Ben o azîze dedim ki, ne için bu hadîs-i şerîf İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hâline bir işâret olmasın. “Olabilir” dedi ve sustu. Onların kalemi ile açık olarak yazılan “Sıla” kelimesini duydum ve gözümü hadîs-i şerîfin sonu olan şefâat kelimesine diktim. Elhamdülillah ki, o müjdeye de kavuştum. Hazret-i İmâm tebessüm ettiler ve bu fakîr hakkında iltifâtlar buyurdular.

23- Hazret-i İmâm Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) yedi derecesine mutâbe’at, ya’nî uymak nûrları ve bereketleri ile şereflendi.

24- Vesveseler veren Hannâsı (Şeytanı) İmâm-ı Rabbânî’nin sînesinden dışarı çıkardılar. Kendisi bunu şöyle anlatmıştır: “Duhâ (kuşluk) namazında idim. Aniden sînemden büyük bir belânın dışarı çıktığını gördüm. Ondan sonra, onun yuvasının da sînemden çıkarıldığını gösterdiler. Etrâfında bulunan büyük zulmetten de bir eser kalmadı. Kalbimde büyük bir inşirâh (ferahlık) buldum. Göğsümden çıkanın, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) ondan Allahü teâlâya sığınmakla emir olunduğu Hannâs olduğunu bildirdiler. Ve yine bildirdiler ki, usûl-i dinde zâhir olan düşünce ve tehlikelerin menşei bu Hannâsdır ki, göğüste yuvası vardır. Kalbi her zaman oradan iğneler.

25- Allahü teâlâ mutlak inâyet ederek, gizli şirki İmâm-ı Rabbânî’nin ibâdetlerinden kaldırdı. Buyurdular ki: “Birkaç gün amellerdeki kusurlarımı görme hâli, beni o kadar kapladı ki, namazda Fâtiha sûresini okurken; “Elbette sana ibâdet ederiz” kelâmına gelince, hayret edip; “Eğer bunu okursam, onun manâsıyla hâllenmiş değilim” dedim. Ve; “Ey îmân edenler! Niçin yapmıyacağınız şeyi söylersiniz?” (Saff-2) âyet-i kerîmesi ile amel etmiş olurum; aklıma geldi. Okumazsam, onsuz namaz tamam olmaz diye düşündüm. Bu hâlde iken, Allahü teâlâ, benim ibâdetlerimden şirki kaldırdığını bildirdi. “İyi bil ki, Allah için olan din, şirk ve riyâdan uzak olarak ibâdet etmektir.” (Zümer-3) âyet-i kerîmesinin manâsı zâhir oldu. Bunun için Allahü teâlâya hamd ederim.

26- İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Peygamber efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) bağlılığının çokluğundan, İmâm-ı a’zamın ve İmâm-ı Şafiî’nin (rahmetullahi aleyhim ecmain) ve bütün talebelerinin ictihâdlarına ittibâlarının fazlalığından, hepsinde fenâ ve bekâya kavuştular. Bunu kendisi şöyle anlatmıştır: “Bir sabah zikr halkasında idim. Âniden bir fenâ hâli zâhir oldu. Kendimden geçtim. Bu hâl o günün ikindi namazından sonrasına kadar devam etti. Gördüm ki; ümmetin ışığı, imâmların imâmı, Ebû Hanîfe Kûfî (rahmetullahi aleyh) bütün talabeleri ile ve kendi mezheblerindeki bütün müctehidlerle etrâfımda toplandılar ve beni sardılar. Hocalarından İbrâhim Nehaî gibileri de orada gördüm. Sonra gördüm ki, İmâm-ı a’zâmın ve bu imâmlardan hepsinin nûru bana geldi. Ben onların bu nûrlarından kendime geldim ve bekâya kavuştum. Tamâmen o nûrlara gömüldüm. Her birinin nûrunu ayrı ayrı kendimin bir parçası gördüm, İki-üç gün sonra aynı huzûr ve bekâ, İmâm-ı Şafiî ve talebesi ve mezhebindeki müctehidleri ile zuhura geldi. Hanefî âlimlerinin benden ayrılıp çıktıklarını, İmâm-ı Şafiî’nin talebesinin ve müctehidlerinin bana geldiklerini, kalbime girdiklerini gördüm. Evvelkiler gibi, bunların da nûrları benim parçalarım oldu. Birkaç saat sonra, Hanefî mezhebinin nûrları, eskisi gibi tekrar bana geldiler. Şimdi kendimi bu iki mezhebin nûrlarına kavuşmuş buluyorum...”

27- İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki: “Erkeklerden ve kadınlardan vasıtalı ve vasıtasız olarak bizim yolumuza girmiş olanları ve girecekleri bana gösterdiler. İsimlerini, soylarını, doğum zamanlarını ve memleketlerini bize bildirdiler. İstersem hepsini tek tek sayabilirim. Hepsini bana bağışladılar.”

28- Yine buyurdu ki: “Hindistan’da peygamberler geldiğini bildirdiler (aleyhimüsselâm). Bazılarına üç, bazılarına iki, bazılarına bir kişi imân etti.” Bu memlekette bulunan, bu peygamberlerin bazılarının mübârek mezarlarını da İmâm-ı Rabbânî hazretlerine gösterdiler ve onların nûrlarını müşâhede eylediler.

29- İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin en büyük husûsiyetlerinden biri de şudur: Vefatına yakın buyurdu ki: “Bir insana verilmesi mümkün olan bütün kemâlleri, olgunlukları bana ihsân eylediler. Peygamber efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) mutâbeat, tâbi olmak ve verâsetle bu makâma kavuşturdular.”

30- Buyurdu ki: “Birgün amellerimdeki kusuru görme hâli beni kapladı. Büyük bir pişmanlık ve kırıklık içinde iken “Allahü teâlâ için tevâzu göstereni, Allahü teâlâ yükseltir.” hadîs-i şerîfi gereğince, şöyle bir nidâ geldi: “Seni ve kıyâmete kadar seninle vâsıtalı ve vâsıtasız olarak tevessül, vesîle edenleri mağfiret eyledim.”

İbâdetleri ve âdetleri

İmâm-ı Rabbânî hazretleri yüksek hâller ve binlerce kerâmet sâhibidir: Bu husûsta şöyle buyurmuştur: “Gerçi amel ve işlerden bize ne ihsân olunduysa bunları husûsi ihsân ve mücerret ikrâm ile bilirim. Bunun sebebi ise Peygamber efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) mutâbeat, uymak sebebiyledir. İşimin esâsını bunda bilirim. Bana verilenlerin hepsini, az olsun çok olsun Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) uymak, tâbi olmak sebebiyle verdiler. Vermediklerini de, insanlık icâbı olarak, bu tâbi olmaktaki noksanlıktan dolayı vermediler.”

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinin meşhûrlarından olan Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: “Birgün Hazret-i İmâm’ın huzûrunda oturuyordum. Onlar ma’rifetleri yazıyordu. Aniden bevl sıkıştırması sebebiyle kalkıp helâya gitti. Fakat hemen sür’atle dışarı çıktı. Böyle sür’atle helâya girip, hemen aceleyle dışarı çıkmalarına hayret ettim. “Acaba bunun sebebi nedir?” dedim. Helâdan çıkar çıkmaz su ibriğini istedi ve sol elinin baş parmağının tırnağını yıkadı ve oğaladı. Sonra tekrar helâya girdi. Bir müddet sonra çıkınca buyurdu ki: “Bevl sıkıştırdı, acele ile helâya girdim ve oturdum. Gözüm tırnağımın üzerine gitti. Üzerinde siyah bir nokta vardı. Kalem yazıyor mu diye kontrol etmek için bunu yapmıştım. Hâlbuki, o nokta Kur’ân-ı kerîmin harflerini yazarken kullanılırdı. Orada oturmağı doğru görmedim ve edebe riâyete uygun bulmadım. Bevl sıkıştırmasından dolayı sıkıntı çektimse de, bu sıkıntı, bir edebi terketmenin vereceği sıkıntının yanında çok az göründü. Dışarı çıktım. O siyah noktayı yıkadım ve tekrar içeri girdim.”

“Bir başka zaman yine huzûrlarında idim. Mevlânâ Sâlih-i Haşlânî’ye emir buyurup; “Bahçeden birkaç karanfil alıp getir” dedi. O da altı tane karanfil alıp getirdi. Karanfilleri çift sayıda getirdiği için onu azarladı ve; “Bizim en aşağı bir talebemiz, hiç olmazsa şu kadarını duymuştur ki: “Allahü teâlâ tektir ve teki sever.” Tek’e riâyet ve dikkat müstehâbdır. İnsanlar müstehâbı ne zannediyorlar. Müstehâb, Allahü teâlânın sevdiği şeydir. Eğer dünyâyı ve âhıreti Allahü teâlânın sevdiği birşey için verseler, hiçbir şey vermemiş olurlar” buyurdu. Sonra buyurdu ki: “Biz müstehâba o kadar riâyet ederiz ki, yüzümüzü yıkarken önce suyu sağ tarafımıza getiririz. Çünkü sağdan başlamak müstehâbdır.”

Birgün sedir üzerinde yaslanmış oturuyordu. Aniden fırlayıp yere indi ve şöyle buyurdu: “Yatağın altında bir kâğıt gördüm. Bu kâğıt üzerinde birşey yazılı olup olmadığını, varsa ne yazılı olduğunu anlayamadım. Bir kimseye o kâğıdı alıp kaldırmasını söyleyecektim. Fakat bu kadar zaman bile oturmayı edebe aykırı gördüm.”

Bir başka vakit, hâfızlardan biri kendi minderlerinden aşağı bir minder koyup üzerine oturarak, Kur’ân-ı kerîm okumağa başladı. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu durumun farkına varıp, hemen üzerinde oturduğu yüksek minderi bir kenara çekip yere oturdu. Hiçbir zaman Kur’ân-ı kerîm okumakta olan hâfızdan yüksekte oturmazdı.”

Zamanının meşhûr âlimlerini ve İmâm-ı Rabbânî hazretlerini de görmüş olan bir zât şöyle anlatmıştır: “İmâm-ı Rabbânî hazretlerini görüp sohbetinde bulunduktan sonra, Burhânpûr şehrinde bulunan onu sevenlerden meşhûr Şeyh Muhammed bin Fadlullah’ın huzûruna gitmiştim. Bu zât benden İmâm-ı Rabbânî hazretlerini sordu ve; “O büyüğün huzûrunda bulunmuşsun, hadi gördüklerini anlat da dinleyelim” dedi. Ben cevâbımda; “Benim gibi bir maksatsızın, onun kalb hâllerinden ne haberi olur? Ama zâhirde sünnet ve sünnetin inceliklerine riâyet ve dikkat husûsunda, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini şöyle buldum ki, eğer bu zamanın bütün velîleri toplansa, onun yaptıklarının yüzde birini yapamazlar” dedim. Bunun üzerine Şeyh Muhammed bin Fadlullah çok sevindi ve şöyle buyurdu: “Madem ki böyledir, onun gibi bir din büyüğü, sırlardan ve hakîkatlerden ne söylerse ne yazarsa, hepsi sahîh ve doğrudur. Bunların doğru olduğuna ve bunlara kavuştuğuna işâret, sözlerinin doğruluğu ve hâllerinin tamamen sünnete uygun olması yetişir.”

Zamanın devlet adamlarından biri İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hâlleri hakkında tereddütteydi. Birgün Hazret-i İmâm’ın komşusu ve kadıların reîsi olan zâtla, yalnız bir yerdeyken; “Siz âlim bir zâtsınız, doğru konuşursunuz ve çok dindarsınız, komşunuz olan azîzin hâlini bana anlatınız” dedi. Bunun üzerine o zât şöyle dedi: “Kalb ve rûh âlimlerinin sözlerine ve hâllerine bizim aklımız ermiyor ve almıyor. Fakat şu kadar söyleyeyim ki; “İmâm-ı Rabbânî’nin "kuddise sirruh" hâllerini görünce, geçmiş evliyânın hâllerini ve sözlerini anladım ve bildim. Çünkü bundan evvel, geçmiş büyük evliyânın acâib hâllerini, riyâzetlerini, garip ibâdetlerini kitaplarda okuyunca, onları sevenlerin bunları abartarak yazmış oldukları hatırıma gelirdi. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hâllerini görünce, bu düşünce ve tereddütlerim kalmadı. Hattâ bu hâlleri yazanlara, az yazdıklarından dolayı kırılıyorum.”

Talebelerine zikre çok devam etmelerini, huzur ve murâkabeyi çok istemelerini gösterir ve buyururdu ki: “Bu dünyâ; amel, çalışma, huzur ve hâl elde etme yeridir. Bu kalb hâllerini, dîne uyarak yapılan zâhirî amellerin netîcesi olduğunu biliniz.”

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin fıkıh mes’elelerinde ilmi çoktu ve her mes’eleye ânında cevap verebilecek bir derecedeydi. Usûl-i fıkıhta da tam bir mahâret sâhibiydi. Fakat ihtiyâtının çokluğundan, çoğu zaman kıymetli fıkıh kitaplarına başvururdu. Seferde ve hazarda bazı kıymetli fıkıh kitaplarını yanında bulundururdu. Onların bütün gayreti, müftâbih, fıkıh âlimlerinin üzerinde ittifâk ettikleri fetvâlara, dâimâ uymaktı. Bazı fıkıh âlimlerinin câiz dediği, bazılarının mekrûh dediği bir işte, o kerâhet tarafını tercih eder ve o işi yapmazdı. Buyururdu ki: “Bir mes’elenin yapılmasında ve yapılmamasında, helâl ve haram olmasında ihtilâf olursa, yapılmaması ve haram tarafını tercih etmeği mümkün olduğu kadar elden kaçırmamalıdır.”

Yaz olsun, kış olsun, seferde ve hazarda; ekseriya gecenin yarısından sonra, ba’zan da gecenin üçte ikisi geçtikten sonra kalkar, o vakitte okunması sünnet olan duaları okur, mükemmel bir abdest alırdı. Abdest alırken bir başkasının su dökmesini istemezdi. Abdest suyunda o kadar ihtiyâtlı davranırdı ki, bundan fazlası tasavvur olunamaz. Abdest alırken kıbleye dönmeye çok dikkat ederdi. Fakat ayaklarını yıkarken, kuzeye ve güneye dönerlerdi. Ya’nî, ayaklarını kıbleye karşı yıkamaz, kıbleye ayak uzatmazdı. Her abdestte misvak kullanmağa ve her namazda abdest almağa çok dikkat ederlerdi. Her uzvu üç defâ yıkar, her defâsında, elleriyle uzuvdan suyu silerdi, tâ ki yıkanan uzuvdan ve ellerinden damlama ihtimâli kalmasın. Bunun sebebi; abdestte kullanılmış suyun temiz ve necis olması hakkında ihtilâf vardır. Her ne kadar fetvâ, temiz olduğuna dâir ise de, ihtiyâtlı davranırdı. Her uzvu yıkarken, Kelime-i şehâdet ve “Tekmile-i Mişkât” gibi hadîs kitaplarında, bazı fıkıh kitaplarında ve Avârif-ül-Meârif’de bildirilen abdest dualarını okurdu. Abdesti bitirdikten sonra, o vakitte okunması bildirilen duayı okurlar ve teheccüd namazına başlardı. Tam bir itminan, huzûr ve cem’iyyetle, uzun sûreler okuyarak teheccüd namazı kılardı. Öyle ki, insan gücü buna zor takat getirirdi. İlk zamanlarında, teheccüd, kuşluk ve feyz-i zevâl namazlarında, Yâsîn sûresini tekrar tekrar okurdu. Hattâ bu sûreyi, bir namazda seksen defâ okuduğu olurdu. Bazan daha az, ba’zan daha çok okurdu. Son zamanlarda, daha çok, namazda Kur’ân-ı kerîmi hatm ile meşgul oldu. Teheccüd namazını bitirdikten sonra tam bir huşû’ ve istiğrak ile sessizce murâkabeye otururdu. Sabahtan iki-üç saat önce, sünnete uyarak bir müddet yatardı, tâ ki teheccüd namazı, iki uyku arasında olsun. Sonra ortalık ağarmadan tekrar uyanır, sabah namazını kılardı. Sabah namazının sünnetini evde kılar, sünnetle farz arasında sessiz olarak; “Sübhânallahi ve bi-hamdihi sübhânallahil azîm” duasını devamlı okurdu. Sabah namazının farzını kıldıktan sonra işrâk vaktine kadar, mescidde talebeleri, eshâbı ile murâkabe halkasında oturur, sonra iki selâmla dört rek’at işrâk namazı kılardı. O vakitte okunması îcâb eden tesbihler ve dualar ile meşgul olurdu. Sonra evine gider hanımının ve çocuklarının hâllerini sorar eve lâzım olan ve yapılması îcâb eden işleri söylerdi. Sonra husûsî odasına çekilir, Kur’ân-ı kerîm okurdu. Bundan sonra da talebelerini çağırıp hâllerini sorardı. Yâhud da talebelerinin en yükseklerini çağırır, kendisine mahsûs sırlardan bahseder, bu sırları dinleyen talebeleri kendinden geçerdi. Çünkü bu marifetleri dinlerlerken kendi nisbetlerini ve kendisine verilen ni’metleri onların kalblerine akıtırdı. Bazan talebelerinden herbirine, hâline ve istidâdına göre bir vazîfe verirdi. Talebelerinde hâsıl olan bir hâli ve değişmeyi anlardı. Hepsine yüksek maksatlı olmayı, sünnete uymayı, dâimâ zikr, murâkabe, huzûr ve hâllerini gizlemek üzere olmalarını, tekrar tekrar söylerdi. Buyururdu ki: “Eğer bu dünyâyı ve içerisindekileri Allahü teâlânın beğendiği, râzı olduğu bir işe vermekle, onun rızâsına uygun bir iş yapılacağı bildirilse, bunu büyük bir ganimet biliniz. Bu, bir kimsenin kırık saksı parçaları ile dünyânın en kıymetli mücevheratını satın almasına benzer.”

“Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah” mukaddes kelâmını tekrar tekrar söylemek husûsunda şöyle buyurdu: “Görüşün ve gidişin âciz kaldığı, arzu ve himmet kanatlarının düştüğü, her bilgi ve buluşun dışına çıkıldığı zaman, insanı; (Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah) tevhîd kelimesinden başka, birşey ilerletemez. Bu kelimenin âgûşuna sığınmadan, oralarda yükselmek olamaz. Sâlik, bu güzel kelimeyi bir kere söylemekle, o makama yükseliyor. Bu yüksek kelimenin işâret ettiği hakîkat sayesinde, o makamdan yukarıya ilerliyor. Kendinden uzaklaşıp, Allahü teâlâya yaklaşıyor. O yolun en az bir parçası, bütün bu gökler küresinden katkat çoktur. Bu kelimenin üstünlüğünü buradan anlamalıdır. Bütün mahlûkların, bu kelime yanında varlığı hiç kalır. Duyulmaz bile. Büyük bir deniz yanında, bir damla kadar da değildir. Bu güzel kelimenin derecesi ne kadar yüksek ise, bu mukaddes kelimenin büyüklüğü, o kadar çok meydana çıkar. Arabî şiir tercümesi:

Güzelliği o kadar çok görünür,

Ona bakış, ne kadar çok olursa,

Dünyâda bundan daha kıymetli, daha üstün bir arzu olmaz ki, insan, her bulunduğu yerde, (her işinde, her vazîfesinde) bu güzel kelimeyi tekrar tekrar söylemekle lezzet alsın ve haz duysun. Ama ne yapılabilir ki, bütün arzular ele geçmiyor, insanlarla konuşmak ve gaflete düşmek çaresiz oluyor.”

Kendi talebelerine fıkıh kitaplarını mütâlâa etmelerini söylerdi ve şöyle buyururdu: “Din âlimlerinin kitaplarından, dînin sağlam hükümlerini araştırınız, çıkarınız. Hangileri müftâbihdir, hangileri ile amel edilmiştir ve hangileri bid’at ve merdûtturlar öğreniniz! Çünkü Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) zamânından çok uzak kaldık. Çok şeyler bozuldu. Bid’at ve günahların zulmeti her tarafı kapladı. Bu zulmette sünnet-i seniyye nûrundan, ışığından başka kurtuluş yolu yoktur.” Yine buyururdu ki: “Keşf gözüyle görüyorum ki: Bid’atler karanlık bir girdap gibi, bütün dünyâyı sardılar. Sünnetin nûru her tarafta ateş böcekleri gibi görünüyor.”

Sohbetlerinin çoğu sükût ile geçerdi. Sohbetlerinde bir müslüman gıybet edilmez, kimsenin aybı zikr olunmazdı. Talebeleri onun olduğu yerde, gâyet edeb ve huşû’ ile otururlardı. Temkin (dikkat) ve istikrârı (kararlılığı) o derece idi ki, bu kadar yüksek hâllere sâhib olduğu hâlde, onlarda bir değişme eseri görülmezdi. Coşma, bağırma, hattâ yüksek sesle “Ah!” bile söylediği görülmezdi. Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle demiştir: “İki sene huzûrlarında bulunduğum hâlde, üç-dört defâ gözyaşlarının temiz yüzlerine indiğini gördüm. Yine üç-dört defâ yüksek ma’rifetleri beyân ederken gözlerinde ve yüzlerinde kırmızılık, iki mübârek yanaklarında harâret terleri ve kırmızılığı müşâhede eyledim. Birgün bir ma’rifeti beyân ederken, bir müddet sustular. Bu susma zamânındaki duraklamada, büyük hâller, yüksek muâmeleler zâhir oldu. O zaman gözlerinde kendinden geçme eserleri ve bir parça kırmızılık göründü.”

Dahve-i Kübrâ vaktinde, kuşluk namazını sekiz rek’at olarak, odalarında yalnız olarak kılar, sonra talebeleri ile yemek yerlerdi. Yemeğe önce kendisi başlardı. Bütün oğullarına ve talebelere pişen yemeklerden verirdi. Oğullarından, talebelerinden veya hizmetçilerinden biri orada bulunmasaydı, onun yemeğinin ayrılmasını emrederdi. Yemekten sonra bildirilen duaları okurdu. Son zamanlarında uzleti, yalnızlığı seçmişti. Çoğu zaman oruç tutardı. Ve aynı odada yemek yerdi. İnsanlar arasında meşhûr olan, yemeklerden sonra Fâtiha okumak, onlardan çok az görülmüştür. Çünkü, sahih hadîslerle gelmemiştir. Her gün öğleden önce, bir defâ, bir şeyler yerlerdi ve bu yedikleri de çok az olurdu. Bununla beraber, şöyle buyururdu: “Ne yapayım ki, âhır zaman geldiği için yemeklerde de bereket kalmadı. Açlıkta, dünyânın ve dînin Serverine (sallallahü aleyhi ve sellem) tamamen uymak ele geçmiyor.” Yine şöyle buyururdu: “Ârifi, meleklikten insanlığa yaklaştıran, yemekten başka bir şey değildir. Yemeği huşû’ ve huzûr ile yerdi. Yemek yerken, sol dizi yatırır, sağ dizi dikerek otururdu. Bazan da, bağdaş kurarak yemek yerdi. Öğleden önce sünnet olduğu için bir müddet kaylûleye yatar uyurdu. Müezzini, öğlenin evvel vaktinde ezan okurdu. Ezanı duyar duymaz hemen abdest alır, öğlenin sünnetini kılardı ve buyururdu ki: “Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bi’setten vefat edinceye kadar, öğlenin sünnetini terketmedi.” Bu namazda ba’zan uzun, ba’zan kısa okurdu. Sonra dört rek’at farzı, sonra iki rek’at sünneti sonra da dört rek’at daha nâfile kılardı. Öğle namazı bittikten sonra, hâfızdan bir cüz veya daha az, yâhud daha çok Kur’ân-ı kerîm dinlerdi. Eğer verilecek ders varsa, verirdi. Eğer hâfız orada olmazsa kendi odasına gidip, Kur’ân-ı kerîm okurdu. İkindi namazını, her şeyin gölgesinin, iki mislini geçtikten sonra, evvel vaktinde kılardı. İkindi namazından evvelki dört rek’at sünneti terkettiği görülmemiştir. İkindiden sonra akşama kadar, talebeleriyle beraber, sessizce murâkabede otururlardı. Bu, sabah ve ikindi halkalarında, kalben talebelerin hâllerine teveccüh ederdi.

Akşam namazını, hava bulutlu değilse, vaktin evvelinde kılar, farzdan sonra kalkmadan on kere kalbden; “Lâ ilâhe illallahü vahdehû lâ şerîke-leh, Lehü’l-mülkü ve Lehü’l-hamdü yuhyî ve yümît biyedihil-hayr ve hüve alâ külli şey’in kadir” kelimesini okurdu.

Farzdan ve sünnetlerden sonra; “Allahümme entesselâm ve minkesselâm tebârekte yâ zelcelâli vel-ikrâm” duasından fazla bir şey okumazdı.

İki rek’at sünneti kıldıktan sonra, evvâbîn namazını kılar, sonra o vakitte bildirilen duaları okurdu.

Evvâbîn namazını altı rek’at kılardı. Bazan da dört rek’at kıldıkları da olurdu. Bu husûsta buyurdu ki: “Bazı hadîs şerhedicileri, hadîste bildirilen altı rek’ata, akşam namazının iki rek’at sünnetinin de dâhil olması muhtemeldir dediler.” Bu namazda ekseriya Vâkıa sûresini okurdu.

Yatsı namazını İmâm-ı a’zamın bildirdiği vakte göre, ufuktaki beyazlık kaybolunca kılardı. Yatsının farzından evvel dört rek’at sünneti kılardı. İki rek’at yatsının sünnetinden sonra, dört rek’at nâfile kılardı. Son dört rek’at sünnette, Elif lam mim, Secde, Tebâreke ve Kulyâ eyyühelkâfirûn ve Kulhüvallahü ehad sûrelerini okurdu. Bazan o dört rek’atta dört kul (ya’nî kulyâ eyyühel kâfirûn, kulhüvallahü ehad ve kul e’ûzüleri) ayrı ayrı okurdu. Eğer bu dört rek’atta, Elif lam mim, Secde sûresini ve Mülk sûresini okumazsa, vitir namazından sonra, bu iki sûreyi ve Duhân sûresini okur, bunların bu vakitlerde okunmasını talebelerine söylerdi.

Vitir namazının birinci rek’atında ekseriya “Âlâ” sûresini, ikinci rek’atta “Kâfirûn” sûresini, üçüncü rek’atta “İhlâs” sûresini okurdu. Hanefî’nin kunût duasına Şafiî’nin kunût duasını ilâve ederdi. Vitir namazını kıldıktan sonra oturarak iki rek’at nâfile namaz kılardı. Birinci rek’atta “Zilzal”, ikinci rek’atta “Kâfirûn” sûrelerini okurdu. Son zamanlarında, bu iki rek’ati nâdir olarak eda eyledi ve buyurdu ki: “Fıkıh âlimlerinin bu husûsta çeşit çeşit sözleri vardır.” Vitir namazından sonra âdet hâline gelen iki secdeyi yapmazdı. Buyururdu ki “Âlimler bunun kerâhiyyetine fetvâ verdiler. Vitir namazını ba’zan yatsıdan, ba’zan da teheccüd namazını kıldıktan sonra kılardı. Bazılarının yaptığı gibi, gecenin evvelinde kılınan vitir namazını, gece kalkınca bir daha kılmazdı. Buyururdu ki: “Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Bir gecede iki vitir olmaz.” Yine buyurdu ki: “Bir gece bana gösterdiler ki: Vitir namazını kılmayıp yatan ve gecenin sonunda kılacağım diye niyet edene, sevâb meleği, vitir namazını kılıncaya kadar sevâb yazar. O hâlde, vitir ne kadar geç kılınırsa, o kadar iyi olur. Bununla beraber buyurdu ve hattâ yazdı ki: “Vitri acele kılmakta veya te’hir eylemekte Peygamber efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) uymaktan başka hiçbir şey göremiyorum. Ve hiçbir fazîleti mutâbeat (tâbi olmak) ayarında bulamıyorum. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), vitri ba’zan gecenin evvelinde, ba’zan da gecenin sonunda kılardı. Şekilde ve sûrette de olsa, kendi se’âdetimi her işte, O servere (sallallahü aleyhi ve sellem) benzemekte bilirim. Binlerce gecenin ihyasını, bir mutâbeatın, Resûlullaha bir işte uymanın, yarısına değişmem. Ramazân-ı şerîfin son on gününde i’tikâfta idim. Talebeleri toplayıp dedim ki: “Resûlullaha (sallallahü aleyhi ve sellem) tâbi olmaktan başka hiçbir şeye niyet etmeyiniz ki, bizim insanlardan ayrılmamızdan ve uzletimizden ne çıkar. Yüzlerce tutulmayı bir mutâbeati (uymayı) elde etmek için kabul ederim. Ama tevessülsüz (vesîlesiz), binlerce uzleti kabul etmem. Beyt:

“Gözü sarayda olan, hiçbir şeyi göremez,

Bahçesindeki bostanı, lâleyi, gülü bilemez.”

Allahü teâlâ, Peygamberine (sallallahü aleyhi ve sellem) tam uymağı nasîb eylesin.”

Yatsı namazını ve vitir namazını kıldıktan sonra, hemen yatmaya giderdi. Yatmadan evvel okunması bildirilen âyetleri ve duaları okurdu. Yatsıdan sonra hemen yatmak hakkında buyururdu ki: “Yatsı namazından sonraki uyanıklık, gecenin sonundaki uyanmayı geciktirir.” Eğer bir kimse bu vakitte yanlarında otursa, gayet resmî konuşurdu.

Son zamanlarda, Cuma geceleri talebelerini toplarlar, bin adet salevât-ı şerîfe okuyup Resûlullaha (sallallahü aleyhi ve sellem) gönderirlerdi. Bunu bitirdikten sonra, bir müddet murâkabede oturur, tam bir inkisâr (kırıklık) ile dua ederdi. Tavırlarından bununla emr olunduğu anlaşılırdı. Ya kendisinin tertîb ettiği bir cüzden daha fazla olan salevât-ı şerîfe risâlesini, veya Abdülkâdir-i Geylânî’nin (rahmetullahi aleyh) tertîb eylediği, salevât-ı şerîfe risâlesini okurdu.

Cuma namazında câmiye ve bayram namazlarında bayram namazının kılındığı yere giderdi. Cuma namazından sonra, ihtiyâten zuhru âhır namazını da kılardı. Cuma namazını kıldıktan sonra, Fâtiha, İhlâs ve mu’avvizeteyn’in herbirini yedi kerre okurdu. Kurban Bayramı günü tekbirleri, yoldan giderken yüksek sesle söylerdi. Bazan da “Müdmerat” kitabındaki fetvâya uyarak alçak sesle söylerdi. Zilhiccenin ilk dokuz gününde, gündüzleri oruç tutardı, geceleri, sabahlara kadar ibâdet eder, uzlete çekilip ibâdet ile meşgul olurdu. Hacca gidenlere müstehâb olduğu için, onlara benzemek niyetiyle o günlerde saç ve tırnak kesmezlerdi. Ama, arefe günü, Arafattakilere benzemek için, hacıların yaptıklarını yapmazdı. Bu on günde gece ve gündüz, “Velfecr” sûresini okurdu. Bunun gibi, bu ayın onundan sonra Küsûf namazı kılardı. Teravih namazlarını seferde ve hazarda tam bir cem’iyyet ve huzûr ile kılar, Kur’ân-ı kerîmi tekrar tekrar hatm ederdi. Bu günlerde iki veya üç defâ hatm ederdi. Teravih namazı aralarında ba’zan salevât-ı şerîfe, ba’zan da bu zamanda okunması îcâbeden duaları okur, üç kerre “Sübhâne zil-mülki ve’l-melekût...” duasını okurdu. Ramazânın hâricinde de dâimâ hatm okurdu. Buyururdu ki: “İnsanlar arasında meşhûr ve şevk ile mukarrer olan “Hatmi Ahzâb” bu yolun sohbetlerinde sünnet olarak söylenmiştir.” Buyurdu ki: “Azîzlerden biri, Mevlânâ Ya’kûb-i Çerhî’nin "kuddise sirruh" yazdığı şu şiiri görmüş ve “Hatmi Ahzâb”ı şöyle bildirmiş:

Beyt:

“Fâtiha, En’âm, Yûnus, Tâhâ’yı eyle tamam,

Ankebût’la, Zümer’le, Vâkıa’yla vesselâm.”

Kur’ân-ı kerîm okurken, dinliyenler, okumasından ve simâsından, Kur’ân-ı kerîmin esrârının ve bereketlerinin ona akıp geldiğini anlarlardı. Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: “Birgün tilâvet (Kur’ân-ı kerîm okuma) esnasında, bu fakîre dönüp; “Sübhânallahi ve bi-hamdihi”, Kur’ân-ı kerîmde, Allahü teâlâ ile Habîbi arasında çok sırlar vardır ki, onları ancak Râsih ilimli âlimler anlar” buyurdu.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri namaza dururken, tekbir almak üzere iki elini kulaklarına kaldırır, avuç içlerini kıbleye çevirir, parmaklarının arasını hafif açık tutar, baş parmaklarını kulak yumuşaklarına değdirir ve; “Allahü ekber” diyerek tekbir alırdı. Sağ elini sol eli üzerine koyup, sağ elinin baş ve serçe parmağını halka yaparak sol elinin bileğini kavrardı. Namazda iki ayağı arasındaki mesafe, dört parmak genişliğinde idi. Namazda ayakta dururken, kıyâmda iken, her iki ayağı üzerine tam basardı. Tek ayağı üzerine meyl etmezdi. Kıyâmda iken, secde edeceği yere bakardı. Kırâati, okumayı, tecvid kâidelerine uygun ve tertil üzere tek tek okur, âyet-i kerîmelerin manâlarını anlar, esrârına ererdi. Kıyâm ve kırâattan sonra tekbir alıp rükû’a eğilirdi. Rükû’da başını sırtıyla aynı hizada tutup, belini de düz tutardı. Rükû’da el parmakları ile diz kapaklarını kuvvetlice kavrar, ayaklarına bakardı. Rükû’dan doğrulunca kavme yapar, sübhanallah diyecek kadar, ya’nî bir tesbih miktarı ayakta dik dururdu. İmâm olunca, rükû’dan kalkarken; “Semiallahü limen hamideh” der sonra içinden; “Rabbena lekel hamd” söyler. Cemâat ile kılarken ise İmâm: “Semiallahü limen hamideh” dedikten sonra o: “Rabbena lekel hamd” derdi. İki secde arasında bir tesbih söyleyecek kadar durur “celse” yapardı. Secdede kucağına bakardı. Secdede karnını dizlerine ve uyluklarına bitiştirmez, açık tutardı. Secdede a’zâlarını yere tam koyardı. Rükû’da ve secdede öyle bir hâl ve yakınlık hâsıl olurdu ki, onu ancak kendisi bilirdi. Rükû’ ve secdede, el ve ayak parmaklarını kıbleye karşı uzatırdı. Talebeleri ve kendisine bağlı olan eshâbı namazı onun gibi kılmaya çalışırlardı.

Talebelerinin meşhûrlarından Bedreddîn Serhendî şöyle anlatmıştır: “Ben, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebesi olmadan önce, ba’zan Cuma namazı kılmak için onun mescidine giderdim. Mescidde onun namaz kıldığını görenler “Sanki o, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) nasıl namaz kıldığını görerek namaz kılıyor” derlerdi. Ben âlimlerden ve şeyhlerden çok kimsenin namaz kılışını gördüm, fakat, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin namaz kılışı gibi hiç kimsede görmedim. Namazın âdabına ve erkânına öylesine uyardı ki, onun namaz kılması büyük bir hârika idi. Öylesine bir ta’zim, temkin, huşû’, vekâr ve inkisâr gösterirdi ki, böyle namaz kılmak, ancak Resûlullaha ittibâ tam tâbi olmak ve râsih âlim olmakla ve bâtını kuvvetin nihâyetine ulaşmakla mümkün idi. Benim ve pekçok kimsenin İmâm-ı Rabbânî hazretlerine talebe olması, onun namaz kılışına hayranlık sebebiyledir.”

Namazda ve namaz dışında Kur’ân-ı kerîm okurken, korku âyetlerini öyle bir şekilde okurdu ki, korku ifâdesi yüzünden belli olurdu. Recâ, (ümit) âyetlerini tebessüm ederek, suâl şeklinde olan âyetleri suâl şeklinde okurdu. Kur’ân-ı kerîm okurken asla tegannî yapmazdı. Yolculuk esnasında, hayvan üzerinde mahfilde oturur, bir yastık alıp üzerinde Kur’ân-ı kerîm okurdu. O vaziyette, ba’zan altı cüz, ba’zan da daha az okurdu. Secde âyeti gelince secde ederdi. Üzerinde Kur’ân-ı kerîm olan minderi gözlerine çok yakın tutar ve böylece gözlerinin uygun olmayan birşeyi görmemesini temin ederdi. Yalnız namaz kıldığı zaman, rükû’daki ve secdedeki tesbihleri beş, yedi, dokuz veya onbir defâ hâle ve vakte göre okurdu. Buyururdu ki: “Yalnız namaz kılan bir kimsenin kuvveti, kudreti olduğu hâlde, tesbihleri en az olarak söylemesi ne kadar ayıb olur.” Yine buyururdu ki: “Namazda, sünnetlere, müstehablara ve edeblere riâyet etmek, kalbin huzûrda olmasına sebep olur. Çünkü bütün bu riâyetler zikrdir ve Allahü teâlâyı hatırlamak ve O’na teveccühtür.” Yine buyururdu ki: “İnsanlar, riyâzet ve mücâhedelere heves ederler, hâlbuki namazın edeblerine riâyet ve dikkat etmek, riyâzet ve mücâhedelerden çok daha üstündür. Bilhassa, farz, vâcib ve sünnet namazlarında, buyurulduğu gibi namaz kılmak çok zor ele geçer. Bunun için Allahü teâlâ buyuruyor ki: 

“Namaz (nefsinize) ağır gelen bir yüktür. Ancak kalbinde huşû’ olanlara ağır gelmez.” (Bekâra-45)

Buyururdu ki: “Birçok vera’ ve riyâzet sâhibi insan görüyorum ki, riâyet ve ihtiyâta gayret ediyorlar, ama namazın edeblerinde gevşeklik gösteriyorlar.” Abdest aldıktan sonraki, iki rek’at namazı ve câmiye girince, hürmeten kılınan iki rek’at tehiyyat-ül-mescid namazını terk etmezdi. Revâtib sünnetleri gibi, zevâid sünnetleri de hazarda ve seferde dâimâ kılardı.

İyi amellerde ve işlerde bir ilâve ve noksanlık yapmamak için çok ihtiyâtlı davranırdı. Teravih namazı hâriç, hiçbir nâfile namazı cemâatle kılmazdı. Hattâ, nâfile namazları cemâatle kılmak mekrûhtur buyururdu. Aşure günü, Berât ve Kadir geceleri, cemâatle nâfile namaz kılanları men ederdi. Hattâ bu husûsta, fıkhın en kuvvetli rivâyetlerini bildiren bir mektup yazmıştır. İstihâre ederek iş yapardı. Bazan da kalbinin kanâati ile ve sünnet olan duaları okuyarak iş yapardı. Bazan birçok mühim mes’eleye bir istihâre yapar, istihâre yaptığı işleri ayrı ayrı sayardı. Eğer istihârenin evvelinde mühim olan bir şeyi unutsa, istihârenin arasında veyâhud sonunda onu da yerine getirirdi. Teşehhüdde “Ettehıyyâtü okurken” sağ elinin parmağını (işâret parmağını) kaldırmazdı. Buyururdu ki: “Her ne kadar bazı hadîslerin zâhiri, görünüşdeki manâları, parmak kaldırmağı gösteriyorsa da, hattâ Hanefî âlimlerinden bunun câiz olduğuna dâir rivâyetler gelmişse de, iyi araştırılır, incelenirse, ihtiyâtlı olmak lâzım geldiği ve hakîki fetvâların bunu terketmeyi îcâb ettirdiği anlaşılır.”

Hastaları ziyârete gider, Peygamberimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) naklen gelmiş olan dualar okurdu. Hattâ bazı hastaların şifâ bulması için, kalb ile de teveccüh ederdi. Birçok hasta, bu feyzler menba’ının teveccüh ve duaları ile iyileşirdi. Kabirleri ziyârete gider, ölüler için mağfiret ister ve dua ederdi. Davetlere giderdi. Fakat, günah işlenen, oyun oynanan, semâ ve raks edilen yerlere ve davetlere gitmezdi. Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine kıl ucu kadar uygunsuzluğu bulunan hâli kabul etmezdi.

Ahrâriyye yolunun büyüklerini, diğer yollarınkilerden daha üstün bilirdi. Bu yola; “Eshâb-ı Kirâm yolunun aynısıdır” derdi. Çünkü buyururdu ki; “Sonda olanlar, başlangıca yerleştirilmiştir.” Yine şöyle buyururdu: “Bu yolumuzun büyükleri; “Bizim nisbetimiz, yolumuz, bütün nisbetlerden, yollardan üstündür” buyurdular. Bunun sebebi, onların bu yolunun sünnete uymakta ve azîmete riâyet ve dikkat etmekte, diğer yollardan daha ilerde olmasıdır. Böyle olunca, nisbetleri de diğerlerinin nisbetinden üstün olur. Bu yolda sonra gelenlerin, Hâce Behâeddîn Buhârî (Şâh-ı Nakşibend), Alâeddîn-i Attâr, Hâce Muhammed Pârisâ ve Hâce Ubeydullah-i Ahrâr gibi büyüklerin yollarına uymayan rûhsat cinsinden hareketlerini beğenmezdi.

Beydâvî tefsîri, Sahîh-i Buhârî, Mişkât-i Mesâbih, Avârif-ül-Meârif, Pezdevî, Hidâye ve Şerhi Mevâkaf gibi bazı din kitaplarını, ders olarak mükemmel bir şekilde okuturdu. Ömrünün son günlerinde dahi talebelerine ilim tahsilini sıkı sıkı emreder, ilim tahsilini önde tutardı.

Bir yere gitse, sünnet olan günlerde yola çıkar. Buyururdu ki: “Günlerin uğursuzluğu Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) dünyâya teşrîflerinden sonra kalkmıştır. Buna; “Günler, Allah’ın günleri, kullar da Allah’ın kullarıdır.” hadîs-i şerîfi delîldir derdi. Yolculuğa çakacağı zaman, istihâre eder ve yolculuğa çıkarken okunması îcâbeden duaları okurdu. Bunun gibi, konaklama ve duraklama yerlerinde sünnet olan duaları terketmezdi. Elbiselerini giyerken, su içerken yemek yerken ve aynaya bakarken, bu zamanlarda okunması bildirilen duaları okurdu.

Çok hamd ve istiğfar ederdi. Az bir ni’mete çok şükrederdi. Hattâ evlâ olan bir işi terketse çok fazla istiğfar ederdi. Eğer bir belâya mâruz kalsa; “Kötü amellerimiz ve hâllerimiz sebebiyledir” derdi. Fakat o belâyı, birçok kirleri temizleyen bir sabun gibi görürdü. Buna, yükselmenin sebebi derdi. Vaktin sultânının İmâm-ı Rabbânî hazretlerini bir kalede hepsettiği günlerde talebelerinden biri, ona bir mektup yazıp, hâlinin kabzından (tutulmasından), daralmasından ve insanların eziyetlerinden şikâyet etmişti. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu talebesine cevap olarak şu mektûbu yazdı:

“Allahü teâlâya hamd olsun, sevdiği seçtiği kullarına selâmlar olsun. Gönderdiğiniz mektup geldi. İnsanlardan eziyet ve cefâ gördüğünüzü yazıyorsunuz. Bu cefâ, bu yoldakilerin güzelliğinin kendisidir ve onların paslarını temizlemek ve cilâlamaktır. Niçin kabz ve hâllerin daralmasına ve bulunmasına sebeb olsun! Bu fakîr, bu kaleye ilk geldiğim zamanlar, insanların eziyet ve cefâlarını, birbiri arkasından gelen nûr dalgaları, ışık bulutları gibi buldum ve hissettim. Bunların verdiği sıkıntılara katlanmak sebebiyle hâlim alçaklardan, yükseklere çıkarıldı. Birçok seneler, cemâl sıfatlarının terbiyesi ile çok konaklar makamlar aşdırdılar. Şimdi celâl ile terbiye ediyorlar ve yüksek makamlara kavuşturuyorlar. Bu belâ ve cefâlara sabrediniz, hattâ râzı olunuz, cemâl ile celâli aynı biliniz. Yazıyorsunuz ki: “Bu fitnenin zuhûrundan, ya’nî sizi kaleye hapsetmeleri sebebi ile ne zevk kaldı ne de hâl.” “Hâlbuki zevk ve hâllerin artması lâzımdır. Çünkü Mahbûbun (Sevgilinin, ya’nî Allahü teâlânın) cefâsı, vefâsından daha çok lezzet verir. Niçin belâ olarak düşünülsün.”

Avâm gibi konuşuyorsunuz ve kendinizi ni’metlerden uzak görüyorsunuz. Çünkü cemâlde ve ni’metlerde, mahbûbun arzusu vardır. Celâlde kendi arzusu yoktur. Buradaki vaktim ve hâlim, eski hâllerimden, çok daha gayrıdır, çok daha yüksektir. Aralarında büyük farklar yardır.”

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin onyedi sene sohbetinde ve hizmetinde bulunan ve talebelerinin meşhûrlarından olan Bedreddîn Serhendî, Hadarât-ül-Kuds kitabında, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin şeklini, sûretini, mübârek yüzünü şöyle tarif etmiştir: “Onun mübârek hilyesini şöyle beyân edelim ki, sevenleri ve yolunda bulunanlar, onun mübârek yüzünü ve sohbetlerini düşünerek feyz alsınlar. Beyaza yakın buğday tenli ve açık alınlı idi. Alnında ve mübârek yüzünde öyle bir nûr parlardı ki, ona bakacak takat kalmazdı. (Bir talebesi de; “Ne zaman mübârek yüzüne baksam, alnında ve yanaklarında “Allah” yazılı görürdüm” demiştir.) Kaşlarının arası açık idi. Kaşları yay gibi olup, uzun, siyah ve ince idi. Gözleri irice olup, siyahı tam siyah, beyazı tam beyaz idi. Mübârek burnunun ortası yüksekçe olup, ince idi. Dudakları kırmızı ve ince idi. Dişleri sık, birbirine bitişik olup, inci gibi parlar idi. Sakalları sık, heybetli ve yuvarlak olup, yanaklarına taşmazdı. Uzun boylu ve ince yapılı idi. Ya’nî şişman değil idi. Sıcakta da olsa teri hep misk gibi kokardı. Yüzünün güzelliği Yûsuf aleyhisselâmın güzelliğini andırırdı. Vecâheti (heybeti), vakârı Halîlürrahmân İbrâhim aleyhisselâmın heybetini andırırdı. Onu gören gayr-i ihtiyâri, Yûsuf aleyhisselâmın güzelliğini bildiren; “Böyle insan olmaz, bu ancak üstün bir melektir” (Yûsuf-31) meâlindeki âyet-i kerîmeyi hatırlardı ve “Sübhânallah bu Allahü teâlânın velî kuludur” derdi ve; “Görüldüklerinde Allahü teâlâ hatırlanır.” hadîs-i şerîfini hatırlardı. Ondan her an ve her saat hârikalar zuhûr ederdi.

“Ey yükseklerden feyiz saçan rahmet bulutu,

Senden yağıyor bereketli nisan yağmuru.

Bekliyoruz senin feyizinle, kurtuluşu,

Zîrâ hâlimiz harab rûhumuz kan ağlıyor.”

Menkıbeleri ve kerâmetleri: İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hayâtını, menkıbe ve kerâmetlerini anlatmak üzere yetmişden ziyâde kitap yazılmıştır. Bunların en meşhûrlarından olan “Hadarât-ül-Kuds” kitabında meşhûr talebesi Bedreddîn Serhendî şöyle demiştir: “Onyedi sene İmâm-ı Rabbânî hazretlerine hizmette bulundum. Eğer huzûruna kavuştuğum ilk günden itibâren, vâki olan keşf ve kerâmetlerini, yüksek hâllerini, makam ve derecelerini yazsaydım, sâdece benim gördüklerim hesâba gelmezdi. Çünkü, her saat, her an o hazretten kerâmetler zuhur ediyordu. Kaldı ki, hergün sâdece bir kerâmetini kaydetseydim, huzûrunda bulunduğum müddet içinde altı bin kerâmetini yazıp, kayda geçebilirdim.”

İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki: “Bize amel ve işlerden ihsân olunan şeylerin hepsi, Muhammed aleyhisselâma tâbi olmak, uymak sebebiyle ihsân olundu. İşimin esâsını Muhammed aleyhisselâma tâbi olmakta bilirim.” Yine buyurdu ki: “Allahü teâlâ, nihâyetsiz ihsân ve kereminden bana öyle büyük ihsânlarda bulundu ki, bir kuru dala teveccüh ve himmet etsem bütün dünyâ ondan aydınlanır. Fakat, Allahü teâlânın rızâsı bu gibi işlerin zuhurunda değildir. Ben de böyle şeyleri yapmak istemem.”

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yüzlerce kerâmeti Zübdet-ül-makâmât, Menâkıb ve Makâmât-ı Ahmediyye-i Saîdiyye ve Hadarât-ül-Kuds gibi onun hakkında yazılan kıymetli kitaplarda kaydedilmiş olup, bir kısmı şöyledir:

Mevlânâ Muhammed Yûsuf, zamanının âlimlerinden bir zât idi. Muhammed Bâkî-billah onu tasavvufda yetişmesi, kemâle ermesi için İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sohbetine göndermişti. Mevlânâ Yûsuf henüz kemâle ermeden hastalanmış ve ölümü yaklaşmıştı. İmâm-ı Rabbanî, onu ziyârete gitti. Mevlânâ Yûsuf teveccüh ve himmet istedi. İmâm-ı Rabbânî "kuddise sirruh", murâkabe ile meşgul olup, onu Fenâ ve Bekâ makamlarına kavuşturdu. O, bu hasta hâlinde, kalbindeki bu ilerlemeleri görüp, haber verdi. Yolu tamam eyledi ve aynı anda vefat etti. Allah’a kavuştu.

Çok uzak memlekette bulunan bir azîz, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin medhini duyup, Serhend şehrine geldi. Geceleyin bir kimsenin evinde misâfir kaldı. İmâm-ı Rabbânî’den istifâde etmek için geldiğini, ona talebe olmak şerefine kavuşmak istediğini ve bunun için çok neş’eli olduğunu söyleyince, ev sâhibi İmâm-ı Rabbânî’yi kötülemeye başladı. O azîz çok üzüldü. Mahcûb oldu. İmâm-ı Rabbânî’ye sığınıp kalbinden; “Ben yalnız Allah rızâsı için, size hizmet niyeti ile gelmiştim. Şu şahıs, beni bu saâdetten mahrûm etmek istiyor” dedi. Bu sırada İmâm-ı Rabbânî birdenbire yalın kılıç gözüküverdi. Hâllerini inkâr eden, o şahsı parça parça eyledi ve evden çıktı. O azîz sabahleyin mübârek huzûruna kavuşunca, geceki hâdiseyi arz etmek istedi. Fakat İmâm-ı Rabbânî hazretleri; “Gece olanı, gündüz anlatma” buyurup, kerâmetini gizledi.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin eski talebelerinden seyyid bir zât şöyle anlatmıştır: “İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin birâderi Sürûnç beldesinde idi. Ona bir mektup yazıp huzûruna gelmesini istemişti. Bu mektûbu götürmek için beni vazîfelendirdi. Yola çıkarken selâmetle gitmem için dua edip Fâtiha okudu ve bana buyurdu ki: “Yolda “Kureyş sûresini” çok oku ki, tehlikelerden korunasın. Şayet yolda müşkil bir iş ile karşılaşırsan bizi hatırla!” Gitmek üzere yola çıktım. Yanımda iki kişi daha vardı. Sürûnç’a iki menzil yolumuz kalmıştı. Fakat önümüzde dehşetli bir çöl vardı. Bu çölde iken bir ara, yanımdakilerden ayrılıp biraz uzağa gittim. Abdest tazeledim ve abdest aldıktan sonra iki rek’at namaz kılmak üzere namaza duracaktım. Bu sırada karşıma birden bire korkunç bir arslan çıkıverdi. Bana doğru yaklaşıyordu. Hemen hocam İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin; “Bir müşkil ile karşılaşırsan bizi hatırla” emri hatırıma geldi. Kendi kendime; “Ey hocam! Allahü teâlânın izniyle imdâdıma yetiş, beni bu yırtıcı arslanın pençesinden kurtar!” dedim. Daha ben sözümü bitirmeden İmâm-ı Rabbânî hazretleri gözüküverdi. Bana saldırmak üzere olan arslana benden uzaklaşması için eliyle işâret etti. Arslan kaçarak uzaklaşıp gitti. Bu hâdiseyi yanımda bulunan arkadaşlarım da gördü. Bana; “Böyle bir anda imdâdına yetişen bu büyük zât kimdir?” dediler. Ben de; “İmâm-ı Rabbânî hazretleridir” dedim. Onlar da bu hâdise üzerine, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini çok sevenlerden oldular.”

“Hadarât-ül-Kuds” kitabının müellifi, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin kerâmetlerini yazarken, amcası Şeyh Muhammed’den naklen şöyle anlatmıştır: “İsfehan’dan dönmekte olduğumuz bir yolculukta atımdan heybem düşmüştü. Farkına varınca, atımı kâfiledekilere bırakıp heybeyi aramak için kâfileden ayrıldım. Şuraya da bakayım, buraya da bakayım diyerek ararken aradan çok zaman geçti. Kâfile gözden kayboldu. Kâfileden uzak kaldım. Çöl ve dağdan başka hiçbir şey göremiyordum. Yolumu kaybettim. Şaşkın, perîşan bir hâlde, çaresizlik içinde ağlayarak her tarafa koşuyordum. Fakat kâfileden bir eser göremiyordum. Buralarda ölüp gideceğim, yolumu şaşırdım diye düşünüyordum. Sonra bir suyun başına oturup abdest aldım. Tam bir yalvarışla dua edip, hocam İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin imdâdıma yetişmesini istedim. Ben böyle dua ederken, İmâm-ı Rabbânî hazretleri bir at üzerinde karşıma çıkıverdi. Yanıma yaklaşıp durdu ve; “Elini ver” buyurarak elimden tutup beni atın terkisine bindirdi. Sonra atı sür’atle sürüp aradığım kâfileye yaklaştı. Ben kâfileyi uzaktan görünce beni attan indirip! “Hadi git” buyurdu. Kâfileye ulaştım, İmâm-ı Rabbânî hazretleri gözden kayboldu, bir daha göremedim.”

Serhend kadılarından birinin oğlu, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sohbetinde bulunanlardan ve sevenlerinden idi. Bu genç bir defâsında çok ağır bir hastalığa yakalandı. Tabibler hastalığına bir ilâç bulamadılar. Bunun üzerine İmâm-ı Rabbânî hazretlerine bir mektup yazıp, yalvararak, içinde bulunduğu şiddetli hastalıktan kurtulması için dua istedi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri mektûbuna cevap yazıp; “Biz seni himâyemize aldık, bu hastalıktan kurtulacaksın. Hatırını hoş tut” buyurdu. O genç İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin teveccühü ve duası bereketiyle, hastalıktan kurtulup sıhhate kavuştu. Sonra tekrar sohbetine devam etmeye başladı. Bu hastalıktan kurtulduktan sonra hâlini zevk ve şevkle anlatıp, bağlılığını dile getirirdi.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin eski talebelerinden biri şöyle anlatmıştır: “Küçüklüğümde Kur’ân-ı kerîmi ezberleyip hafız olmuştum. Daha sonra Serhend’den İlâhâbâd’a gittim. Zamanla işe dalıp ezberimi unuttum. Bende hâfızlık kalmadı. Böylece aradan birkaç yıl geçti. Sonra memleketim olan Serhend’e döndüm. Bu sırada Ramazân-ı şerîf ayı idi. Serhend’e geldiğimde İmâm-ı Rabbânî hazretleriyle görüşünce bana; “Hâfız! Teravih, namazını, hatim ile kıldır!” buyurdu. Kur’ân-ı kerîmin ezberimde kalmadığını, hâfızlığımı kaybettiğimi söyledim. Fakat; “Okuyacaksın!” buyurdu. Üç defâ hâlimi arzedip; “Bende hâfızlık kalmadı” dedimse de kabul etmediler. Çaresiz emre uydum. Teravih namazım kıldırmak üzere imâm oldum. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin himmeti ve emirlerinin bereketi ile unutmuş olduğum hâlde ilk gün yirmibir cüz’ü ezberden okumak sûretiyle teravih kıldırdım. İmâm-ı Rabbânî hazretleri kıyâmda dinledi. Diğer cemâat uzun müddet kıyâmda durmaya güç yetiremedi. İkinci gün terâvihde hatmi tamamladım. Bende hafızlık kalmadığı hâlde böyle okuyabilmem, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin bereketi ile idi.”

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden Muhammed Türâb şöyle anlatmıştır: “Kardeşim ağır bir hastalığa yakalanmıştı. Hastalığı o derece şiddetli idi ki, artık kurtulma ümidi kalmamış gibiydi. Hattâ kefeni bile hazırlanmıştı. Bu hâlde iken birgün İmâm-ı Rabbânî hazretlerine bir sığır ve bir miktar da para hediye etmeye nezr etmişti. Ertesi gün birdenbire ayağa kalkıp; “Ben iyileştim” dedi. Bu hâlini görenler, bu delirdi mi? nasıl olur dediler. Sonra ona çorba içirdiler. Gerçekten ağır hastalıktan kurtulmuş sıhhate kavuşmuştu. Sonra bize o gece seher vaktinde İmâm-ı Rabbânî hazretlerini rüyâda gördüğünü ve elinden tutup; “Sen sıhhate kavuşacaksın üzülme!” buyurduğunu ve böylece sıhhate kavuştuğunu söyledi.

Birgün İmâm-ı Rabbânî hazretleri talebelerinden Şeyh Müzzemmil hakkında şöyle buyurdu: “Görünüyor ki, şeyh Müzzemmil şu anda korkunç hâlde! Bir kuyuya düşmüş durumdadır! Öyle bir hâlde ki çıkmak için elini ayağını oynatamıyor!” Şeyh Müzzemmil, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin eski ve meşhûr talebelerinden idi. Dağda dolaştığı bir sırada aniden ayağı kayıp derin bir kuyuya düşmüştü. Kuyunun derinliğinde elini ayağını oynatamadığı için çıkamıyordu. Çaresiz kuyunun içinde kalakalmıştı. O bu hâlde iken bir köylü hâlini farkedip hemen koşup on kişilik bir gruba haber verdi. Bunun üzerine hemen gelip Şeyh Müzzemmil’i düştüğü kuyudan çıkardılar.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yakın talebelerinden, Şehzâde Veliahd’ın hocası olan Mîrek Şeyh şöyle anlatmıştır: “Ben önceleri İmâm-ı Rabbânî hazretlerini sevenlerden değildim. Çünkü, onun hakkında; “Kendini Hz. Ebû Bekr’den üstün görüyor” diye bir iftirâ yayılmıştı. Bu sıralarda Hindistan’a gitmiştim. Serhend şehrine varınca eski dostlarımdan biriyle karşılaştım. Bu arkadaşım önceden çok kötü bir insandı. Fakat bu defâ karşılaştığımda onu çok iyi ve üstün bir hâlde, takvâ sâhibi gördüm. Yüzünde bir nûr vardı. “Sen böyle değildin bu hâl nedir?” dedim. Dedi ki; “Ben İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hizmetine ve sohbetine girdim, devamlı huzûrundayım. Onun sohbetinin bereketi ile bu ni’mete kavuştum.” Bunun üzerine ben ona; “Senin bahsettiğin zât kendinin Hz. Ebû Bekr’den üstün olduğunu yazmış. Onun sohbetinin tesîr ve fâidesi nasıl olur?” dedim. O” arkadaşım ben böyle deyince; “Asla! Binlerce asla! Bilmeden, anlamadan inkâr etme! O yeryüzünün kutbudur. Eğer sen onu görmüş ve sohbetine kavuşmuş olsaydın onun hakkında söylenilen bu iftirânın asılsız olduğunu anlardın” dedi. Fakat bendeki şüphenin çokluğu sebebiyle; “Görmek istemiyorum” dedim. Arkadaşım bana İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna gidip onu görmem için çok ısrar etti. Mutlaka görmemi ve bu yanlış düşünceden kurtulmamı istiyordu. Bu ısrar üzerine İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna gitmeye karar verip kendi kendime; “Eğer şu üç şeyden bahsedip beni iknâ ederse ben de onu sevenlerden olurum” dedim. Kendi kendime cevâbını almak hakkında kendini Hz. Ebû Bekr’den üstün görüyor diye söylenilen iftirâya cevap vermesi, hemen bu mevzûyu açıp bu husûsta benim şüphelerimi giderip tam iknâ etmesi idi. İkincisi; benim babam ve dedelerimden bahsetmesi, üçüncüsü de Hâce Hâvend Mahmûd’dan bahsetmesi idi. Bu karardan sonra beni götürmek isteyen ve bu husûsda çok ısrar eden arkadaşımla beraber, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna gittik. İmâm-ı Rabbânî hazretlerini daha uzaktan görür görmez bütün a’zâlarım heybet ve dehşete kapıldı. Kalbim ona tutuluverdi. Korkarak ve titreyerek huzûruna yaklaştım. Oturmamıza izin verdi. Oturduktan sonra yastığının altından bir mektup çıkarıp benim elime verdi. Sonra verdiği bu mektûbu okuyup öyle bir izâh yaptı ki, hakkında yapılan ve kendini Hz. Ebû Bekr’den üstün görüyor diyenlerin iftirâlarına cevap verip açıkladı. Benim bu husûsta artık hiç şüphem kalmadı. Bundan sonra zihnimde tuttuğum ikinci mes’eleye geçip; “Mevlânâ Mîrek! Senin baban şöyle şöyle bir zât, deden de şöyle şöyle bir zât ve senin ecdadının şerefi şöyledir” diyerek medhetti. Sonra ayrılmak üzere kalktığımızda vedâ ederken hatırıma, üçüncü suâlim olan mes’eleden, Hâce Hâvend Muhmûd’dan bahsetmedi diye geçti. Tam bu sırada yüzünü bana dönüp; “Hâce Hâvend bizim Pîr-zâdemizdir ve cezbe sâhibidir” buyurdu. Bir sohbetinde bu üç kerâmetini gördüm.”

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden biri şöyle anlatmıştır: “İmâm-ı Rabbânî hazretleri; herkese, önce kendisi selâm verirdi. Birgün hatırımdan; “Bu gün huzûruna gidip önce ben selâm vereyim” diye geçti. Bu niyetle gittim. Evlerine varınca kalabalık bir cemâat arasında yaklaştım, öyle oldu ki, birkaç adım daha atsam hocamla karşı karşıya gelecektim. Fakat henüz o beni, ben de onu görememiştim. Tam bu sırada cemâatin arasından ismimi söyleyerek; “Selâmün aleyküm yâ filân!” dedi. Çâresiz hemen huzûruna çıkıp “Ve aleykümüsselâm” dedim. Sonra; “Niyetim önce selâm vermek idi” diye arzettim. Tebessüm etti.”

Birgün talebesinden on kişi, aynı akşam, Îmân-ı Rabbanî’yi iftara davet ettiler. Kabul buyurdu. Aynı akşam, aynı anda, hepsinin evinde hazır bulunup, iftar etti.

Birgün buyurdu ki: “Kâ’be-i muazzamayı tavaf arzum o kadar ziyâdeleşti ki, yerimde duramaz oldum. Allahü teâlânın lütfu ile bu şevk ve iştiyâk cazibesinde, Kâ’be-i şerîfeyi yanımda gördüm ve tavaf ile şereflendim.”

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden seyyid bir zât şöyle nakletmiştir: “Acîn’de idim, bir grup tüccâr da yanımda idi. Bu tüccârlar arasında Cân Muhammed adında Celender’den bir zât da bulunuyordu. Onunla aramızda bir dostluk kurmuştuk. Birgün birisi bana, sultânın, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini hapsettiğini söylediğinden çok üzüntülü idim. Cân Muhammed beni böyle kederli görünce, üzüntümün sebebini sordu. Ben de, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hapsedildiğini duyduğum için çok üzüntülü olduğumu söyledim. Cân Muhammed bana; “Ben de onun talebesiyim. Bugün işin aslını ondan öğreneceğim” dedi. Sonra gidip kaylûle yaptı ya’nî öğle vaktine yakın biraz uyudu. Sonra bu uykusunda, rüyâsında İmâm-ı Rabbânî hazretlerini gördüğünü ve kendisine; “İşittiğiniz haber doğrudur. Fakat bazı makamları geçmek, Allahü teâlânın celâl sıfati ile terbiye edilmeye bağlıdır. Eğer böyle olmasaydı o makamları geçmek mümkün olmazdı. Dostlarımıza söyle, gönüllerini hoş tutsunlar, işin sırrı budur” buyurduğunu söyledi.

Yine Cân Muhammed Celenderî şöyle anlatmıştır: “Ben İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin çok hizmetinde bulundum. Her ne zaman mübârek yüzünü görsem alnında ve iki yanağında Allahü teâlânın ismini, “Allah” yazılı olduğunu açıkça görürdüm.”

Yine Cân Muhammed Celenderî, Acîn’de görüştüğü o seyyid zâta şöyle anlatmıştır: “İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yanında talebe iken, birgün akşama doğru İmâm-ı Rabbânî hazretleri bana; “Sana bir iş söylesem yapar mısın?” buyurdu. “Canım fedâ olsun yapmaz olur muyum!” dedim. Bunun üzerine benim elime yazılı bir kâğıt verdi ve buyurdu ki: “Hâfız Rahne’nin bahçesine git, orada bir grup derviş oturmaktadır. Onların yanına var. Aralarından güzel yüzlü bir dervişin onlardan geride bulunduğunu göreceksin. Bu dervişin yanına git, ona bizim dua ettiğimizi söyle. Bu kâğıdı ona ver ve buraya gelmesini söyle.” Emri üzerine derhâl söylediği yere gittim. Söylediği gibi dervişlerden bir cemâat ve bu cemâatten biraz geride oturan güzel yüzlü bir derviş gördüm. O da beni gördü ve görür görmez bana; “Seni İmâm-ı Rabbânî hazretleri mi gönderdi?” dedi. Evet deyip elimdeki kâğıdı ona verdim. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin dua ettiğini ve çağırdığım söyledim. Ben böyle deyince kalkıp, benimle yola koyuldu.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna girdiğimizde bir köşede oturuyordu. Çağırıp geldiğim zât da başka yere oturdu. Bu sırada İmâm-ı Rabbânî hazreleri kahve getirmemi söyledi. Hemen koşarak dergâhtaki kahve pişirilen yere gittim. Kahveyi alıp getirdim. Önce İmâm-ı Rabbânî hazretlerine taktim ettim. “Ona götür” buyurarak gelen misâfire götürmemi istedi. Ona götürmek üzere yüzümü o tarafa döndüm. Onu da İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sûretinde gördüm. Bu sefer o, önce İmâm-ı Rabbânî hazretlerine götürmemi söyledi. Dönüp baktım, İmâm-ı Rabbânî hazretleri yerinde oturuyordu! Huzûruna çağırıp geldiğim o derviş, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinden beni sordu. O da; “Bu Celender’dendir. İsmi, Cân Muhammed’dir” dedi. Bunun üzerine o derviş; “Babası bizim tanıdıklarımızdandır. Bunu hangi tarîkatta yetiştiriyorsunuz?” deyince; “Kâdiriyye silsilesinden” buyurdu. Bunun üzerine o zât; “Allahü teâlâya hamd olsun. Onu Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî’ye kavuştururuz” dedi. Bu sırada İmâm-ı Rabbânî hazretleri dışarı çıkmak üzere kalktı ve benden bir ibrik su istedi. Hemen hazırladım. Dışarı çıktığında bana kutup yıldızını göstererek; “Cân Muhammed! Kutup yıldızını biliyor musun? Bu mudur değil midir? Dikkatli bak!” buyurdu. Dikkatli baktım kutup yıldızından, üzerinde siyah hırka bulunan bir zât çıktı ve ok gibi bir anda yanımıza geldi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bana buyurdu ki: “Huzûruna yaklaş! O, Abdülkâdir-i Geylânî’dir! Ona intisâb et, bağlan.” Bu emre uyarak hemen huzûruna yaklaştım, benim kendisine intisâbımı (talebeliğimi) kabul etti. Sonra tekrar kutup yıldızına doğru gidip, yıldızında kayboldu. Bu sırada İmâm-ı Rabbânî hazretleri, abdest aldıktan sonra mescide girdi. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin beni göndererek çağırdığı derviş de yanımda idi. Bana; “Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerini gördün mü?” dedi. Ben de “Evet” dedim.”

Bu hâdiseyi Cân Muhammed Celenderî’den naklen anlatan seyyid zât şöyle anlatır. “Ben bunları Cân Muhammed Celenderî’den dinledikten sonra ona dedim ki: “Bu kadar kıymetli şeylere kavuştuktan sonra neden ticârete dalıp da dergâhdan uzak kaldın?” O da bana; “Acâib bir hikâyedir. Ben, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûrunda talebe iken akrabâlarım gelip, beni götürmek istediler. “Buna müsâade et, biz bunu kethüda (ticâret reîsi) yapacağız” diye ısrar ettiler. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bana; “Git kethüda ol” buyurdu. Ben ayrılıp gidemedim. Yakınlarım tekrar gelip, ısrarla beni istediler. “Git” buyurdu. Ben yine gidemedim. Akrabâlarım kalabalık bir hâlde tekrar geldiler, beni götürmek için ısrar ettiler. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu hâlden rahatsız oldu. Birgün birşey yiyordu. Kendi ağzından yediği şeyin bir parçasını koparıp benim ağzıma verdi. Onu ağzıma alır almaz hâlim değişdi. Dünyâ işlerini düşünür hâle dönmüştüm. Çâresiz beni götürmek için gelip ısrar eden akrabalarımla bu sefer gittim. Ticârete başlayıp, kethüda oldum. Bundan sonra ticâretle uğraştım. Fakat hocam İmâm-ı Rabbânî hazretlerini unutmadım. Ona bağlılığımı kesmedim. Her ne zaman buraya gelsem, ziyâret edip görüşürüm, sohbetinde bulunurum” dedi.”

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yüksek talebelerinden biri şöyle anlatmıştır: “İmâm-ı Rabbânî hazretleri namazlarda devamlı imâm olur, namazı kıldırırdı. Ben bir defâsında huzûrunda iken acaba devamlı imâm olmalarının hikmeti nedir diye düşünüp merak ettim. Ben böyle düşündüğüm sırada, İmâm-ı Rabbânî hazretleri birdenbire bana buyurdu ki: “Şafiî ve Mâlikî mezheblerinde Fâtihasız namaz câiz değildir. Bunun için bu mezheblerde imâma uyan cemâat Fâtiha okur. Bu husûsu gösteren sahîh hadîs-i şerîfler de vardır. İmâm-ı a’zama göre ise, cemâatte imâmın Fâtihayı okuması cemâat için de kâfidir. İmâma uyan cemâatin Fâtiha okumasını câiz görmemiştir. Hanefî mezhebi fukahâsının cumhuru, çoğu böyle buyurmuştur. Ancak Hanefî mezhebinde okumanın câiz olduğuna dâir bazı rivâyetler de vardır. Bunun için de namazlarda imâm olmak sûretiyle, mezheplerin hepsinin hükmüne uymaktayım.”

Serhend şehrinin Cîtbûr kasabası kumandanlarından biri isyân edenlerin üzerine yürümeği, onlarla savaşmağı düşündü. O civarda bulunan âlimlerden bir zâta bu husûsta istihâre etmesini söyledi. O zât da; “Gâlip geleceksiniz, muhakkak gidiniz” dedi. Bu kumandan o zâtın işâreti gereğince savaşmak üzere yola çıktı. Fakat zafer kazanacaksın diyen zât, keşfinde tereddüt edip, ihtiyât olsun diye durumu bir de İmâm-ı Rabbânî hazretlerine sormak için bir mektup yazdı. Mektûbunda dedi ki: “Ben bu husûsda kendisine gâlib geleceksin diye müjde verdim. Acaba hazretiniz ne buyururlar?” İmâm-ı Rabbânî hazretleri cevâbında, “Keşfde hatânız oldu. Bize göre tamamen aksi olacak. Birşey güneş gibi meydanda açıkça görünmeyince, keşfedilmeyince hüküm vermemek lâzım” buyurdu. Fakat o kumandan çok uzağa gittiğinden, ona yeni bir haber ulaştırılamadı. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin; “Keşfde hatânız oldu” buyurmasından sonra, üç dört gün geçmeden, o kumandanın, baş kaldıranlar karşısında hezimete uğrayıp perişan olduğu ve geri döndüğü haberi geldi.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden biri şöyle anlatmıştır: “Bir defâsında şiddetli bir sıtma hastalığına tutulmuştum. Uzun müddet bu hastalıktan kurtulamadım. İyice bitkin ve zayıf düştüm. Artık hastalığım o dereceye gelmişti ki, yakınlarım hayâtımdan ümidi kesip, ölürken yanında bulunalım diye geceleri başımda duruyorlardı. Ben bu hâlde iken hocam İmâm-ı Rabbânî hazretlerini hatırlayıp, onun bereketi ile hastalıktan kurtulmam için dua ettim. Hastalığımın şiddetlendiği bir sırada geceleyin, üzerinde boydan boya bembeyaz elbise olan ve yüzü kapalı bir zât karşıma çıkıverdi. Yanıma yaklaşıp; “Bu ridâyı (örtüyü), Peygamberimiz server-i kâinat "aleyhisselâtü vesselâm", İmâm-ı Rabbânî Şeyh Ahmed Fârûkî Nakşibendî hazretlerine gönderdi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri de sana gönderdi. Ben bunu sana giydirmek için geldim! Bunun bereketiyle sen hastalıktan kurtulup sıhhate kavuşacaksın!” dedi. Sonra o ridâyı başımdan ayağıma kadar örttü. Bu sırada ayaklarımdan bir soğuma başladı. Bu soğukluk başıma kadar ulaştı. Hastalıktan kurtuldum. Yanımda bulunan kız kardeşim, ayaklarımın soğuduğunu farkedince artık benim ölmek üzere olduğumu zannederek ağlayıp feryâd etmeye başladı. Ben onun feryadından rahatsız olup; “Üzülme, ben iyileştim” dedim. Sonra çorba isteyip içtim. Tam bir sıhhate kavuştum. Hattâ o gün kalkıp, sabah namazını ayakta kıldım.”

Yine bu talebesi şöyle anlatmıştır: “Birgün bir arkadaşımın evinde, arkadaşımla birlikte, içinde afyon bulunan bir yiyecek hazırlamıştık. Bundan ikimizden başka bir kimsenin haberi yoktu. Yiyeceği hazırladıktan sonra, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin namaz kıldırdığı mescide gidip cemâatle namaz kıldık. Namazdan sonra dönüp, hazırladığımız içinde afyon bulunan o yiyeceği yiyecektik. Namaz bittikten sonra, İmâm-ı Rabbânî hazretleri, içeri girmek üzere iken kapının önünde durup her ikimizi de yanına çağırdı. Huzûruna varınca bize; Cennet’ten, hûrîlerden, Cennet’teki köşklerden bahsedip, dünyânın lezzetlerinin geçici olduğunu, âhıret saâdetini ve lezzetlerini kazanmak için uğraşmak lâzım olduğunu anlattı. Sözünü bitirirken de; “O hazırladığınız afyonlu yiyeceği yemeyiniz!” buyurdu. Bu sözü üzerine kerâmeti karşısında hayran, şaşkın kaldık. Eve gidip hazırladığımız afyonlu yiyeceği yemeyip bir havuza attık. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin bu kerâmeti karşısında ona bağlılığımız kat kat arttı.”

Yine bu talebesi anlatmıştır: “Annem hasta idi. Sevâbını Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin rûhuna hediye etmek niyetiyle bir miktar para nezrettim, adadım. Bu parayı alıp hocam İmâm-ı Rabbânî hazretlerine götürdüm. Dağıtması için takdim ettim. Fakat; “O senin yanında kalsın” buyurup, gayet nâzik ve güzel bir tavırla parayı kabul etmediler. O gece rüyâmda İmâm-ı Rabbânî hazretlerini gördüm. Bana; “Ey falan! Uyan ve git annen can çekişmektedir. Vefat ederken başında bulun!” dedi. Uykudan uyandım, gece vakti hocam İmâm-ı Rabbânî hazretlerine gittim. Teheccüd namazını kılmıştı. Selâm verdim ve gördüğüm rüyâyı anlattım. Bir müddet başını eğip murâkabeye daldı, uzaktan teveccüh etti. Sonra bana buyurdu ki: “Çabuk git! Annen vefat etmek üzeredir!” Ağlayarak annemin yanına koştum. Yanına varınca nabzını yokladım. Durmak üzere idi. Biraz sonra da vefat edip Hakk’ın rahmetine kavuştu.”

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden biri şöyle anlatmıştır: “Din düşmanlarının ve hasetçilerinin iftirâsı üzerine Sultan Cihângir, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini Guwalyar kalesine hapsetmişti. Bu günlerde büyücülerden biri bana dedi ki: “Ben Hintçe bazı isimler biliyorum. Eğer bunları bir namaz vaktinden diğer namaz vaktine kadar okursan o gün düşman helâk olur! Bu çok tecrübe edilmiştir.” Sonra o isimleri bir kâğıda yazdı ve bana verip; “Evinin tavanındaki bir ağacın altına koy” dedi. Alıp evimin tavanındaki bir ağacın altına koydum ve; “Yarın Salı günüdür. Yarın okurum” dedim. O gece rüyâmda hocam İmâm-ı Rabbânî aniden karşıma çıktı. Hayret içinde parmağını ısırarak; “Bizim dostlarımızın böyle bir şey yapması çok hayret edilecek bir iştir. Sakın ha o işi yapma, sihirdir!” dedi. Bu rüyâdan sonra büyücünün yazdığı o yazıları okumaktan vazgeçtim. Sonra, Sultan, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini hapsettiğine pişman olup, serbest bıraktı. Hapisten çıktıktan sonra huzûruna gittim. Ben evde gizlediğim o sihir yazılı kâğıdı saklıyordum. Bir defâ da olsa düşmanın ciğerine bir ok saplamak istiyordum. İşimi açmayıp, gizleyeyim diye düşündüm. Hocam İmâm-ı Rabbânî hazretleri hapisten çıkınca üç gün Serhend’de kaldı. Her üç gün bu niyetle huzûruna gittim. Düşmana birşey yapayım diye düşünüyordum. Üçüncü gün gittiğimde beni kalabalık cemâat arasından çağırttı ve bana buyurdu ki: “O Hintçe isimleri okuma, çünkü onlar sihirlidir!” Öyle birşey olmadığını söyleyip, saklamak istedim. Bunun üzerine; “Bana niye böyle söylüyorsun? O isimleri falan sihirbazdan öğrendin!” diyerek o sihirbazın ismini söyledi. Sonra; “O öğrendiğin şeylerin yazılı olduğu kâğıt, evinin tavanındaki bir ağaç arasındadır. Her ne kadar sihir tesîr ederse de sihir yapmak haramdır! Şimdi git o sihir yazılı kâğıdı yırt!” buyurdu. Ben başımı önüme eğdim. Sonra bana; “O işi yapmayacağına ve sihir yazılı kâğıdı yırtacağına dâir söz ver” buyurdu. Elimi tutup eliyle vurdu. Ben bu kerâmeti karşısında hayret ettim. Çünkü, yapacağım o işi hiç kimse bilmiyordu. Hemen eve gidip üzerinde sihir yazılı kâğıdı, tavandaki ağacın altından çıkardım ve yırtarak parça parça edip attım.”

İmâm-ı Rabbânî hazretlerini seven bir vâli vardı. Birgün o vâliye bir haber gönderip, bulunduğu yerden uzaklaşmasını yoksa başına büyük bir belâ geleceğini bildirdi. Fakat o vâli bu tavsiyeye uymadı. Neticede pâdişâhın kızgınlığına uğrayıp cezalandırıldı. Başına başka belâlar da geldi.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerine bağlı bir tüccâr, birgün huzûruna gelip; “Gençliğim geçti, ihtiyarladım, ömrüm geçmek üzere, beni arkamdan anacak, bana dua edecek bir evlâdım olmadı!” diyerek bu husûsta ısrarla teveccüh isteyip, bir evlâdı olması için dua etmesini istedi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bir müddet murâkabe yaptıktan sonra; ”Senin bu hanımından çocuğun olmayacak, başka bir hanım daha nikahlarsan ondan seni yâd edecek bir çocuğun olur” buyurdu. Bundan sonra o tüccârın ilk hanımı vefat etti. Tüccâr da başka bir hanımla daha evlendi. Bu hanımından bir oğlu, bir de kızı oldu.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin akrabâlarından biri şöyle anlatmıştır: “Ben, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden olmayı arzu ediyordum. Fakat çeşitli mâniler sebebiyle, bir türlü hizmetine girmek nasîb olmamıştı. Bir gece karar verip, “Yarın gidip hâlimi arzedip, beni de talebeleri arasına kabul etmesini isteyeyim” diye düşündüm. O gece rüyâmda kendimi derin bir deniz kenarında gördüm. İmâm-ı Rabbânî hazretleri ise karşı sahilde idi. Huzûruna kavuşmak istiyordum. Bana; “Çabuk gel! Çabuk gel! Geç kaldın” buyurdu. Bu sözlerini işitince kalbim hemen zikretmeye başladı. Sonra uykudan uyandım, kalbim artık zikrediyordu. “İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yolu böyledir. Daha ben sohbette bulunmadan kalbim zikre başladı. Ya bir de sohbetinde bulunsam nasıl olur?” dedim. Sabahleyin İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna gidip, gördüğüm rüyâyı bana olan teveccüh ve tasarruflarını anlatarak hâlimi arzettim. Kalbimin zikretmeye başladığını söyledim. Bana; “Yolumuz tam budur. Buna devam et” buyurdu.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerine bağlı olanlardan Mevlânâ Murtaza Nâib şöyle anlatmıştır: “Askere gittiğimde ihtiyâçlarımı karşılama husûsunda sıkıntıya düştüm. O günlerde mühim ihtiyâçlar zor temin ediliyordu. Oğullarım da askerde olduğundan sıkıntım artıyordu. Bu sebeble çok üzülüyordum. Bir gece İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yardımıma yetişmesini istiyerek, Allahü teâlâya dua ettim. O gece İmâm-ı Rabbânî hazretlerini gördüm. Elime üzerinde birşeyler yazılı olan bir kâğıt verdi. Sabahleyin bu kâğıdı dîvâna götürüp, ihtiyâçlarımdan dolayı bana yardım etmeleri için verdim. İki-üç gün içinde işim görüldü. Arzu ettiğim şeye kavuşup rahatladım. Bu işimin hemen halledildiğini görenler hayret edip; “Biz senelerdir askeriz, bizim mühim işlerimiz daha hâlledilmedi, bu nasıl olur?” dediler. Bunun üzerine, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin tasarrufu ve bereketiyle olduğunu anlattım. Ona karşı sevgileri ve bağlılıkları iyice arttı.”

Yine bu zât şöyle anlatmıştır: “Babam bana vasiyyet etti ve dedi ki: “Vefat edince, cenâzemi İmâm-ı Rabbânî hazretlerine götürüp, beni de talebeleri arasına almasını iste. O öyle bir yolda ki, insanlar öldükten sonra da onun teveccühüne kavuşur” dedi. Babam vefat edince vasiyyeti üzerine cenâze namazının kılınması ve hâlini arzetmek için cenâzesini götürdüm. Durumu arzettim. Bunun üzerine; “Yarın meclisimizde hazır bulun” buyurdu. Ertesi gün gidip huzûruna oturdum. Bu sırada beni bir hâl kapladı. Kendimden geçip gaybet (kendimi kaybetme) hâline girdim. Bu hâlde iken bir de gördüm ki, babam da huzûrunda oturuyor. İmâm-ı Rabbânî hazretleri ile arasında bir kişi vardı. Babam da zikrediyordu. Babamın bu hâlini görünce Rabbime şükrettim.”

Bu talebesi yine şöyle anlatmıştır: “İmâm-ı Rabbânî hazretleri Guwalyar kalesinde hapis iken, birgün vefat ettiği haberi yayıldı. Çok üzülüp ağladım ve Fâtiha okudum. Üzüntüyle ağlayıp gözyaşı dökmekte olduğum gece rüyâmda İmâm-ı Rabbânî hazretlerini gördüm. Yanında birkaç dervişle içeri girdi. Bana hitâb ederek; “Vefat ettiğime dâir yayılan haber yalandır!” buyurdu. Bunun üzerine hemen uyanıp kalktım, yayılan haberin yanlış olduğunu, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sıhhat ve afiyette olduğunu bildirdim.”

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden Mevlânâ Muhammed Emîn, birgün ona şöyle arzetti: “Nevâbşîr Hâce, asîl ve şerefli bir aileye mensûp olup, babası ve dedeleri evliyâdan idi. Fakat Nevâbşîr Hâce çok içki içiyor ve haram olan işlerle meşgul oluyor, bunun ıslâhı için bir teveccüh buyurunuz. Bu bir komutandır. Eğer tövbe etmek nasîb olursa onun sebebiyle askerlerden pekçok kimse de kurtulur, sâlih kimselerden olurlar.” Bunu arzedince İmâm-ı Rabbânî hazretleri sükût etti. Yine bir defâ aynı şey arzedilince İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki: “Ey Mevlânâ Muhammed! Nevâbşîr Hâce’nin hâline teveccüh ettim. Onu haramlar ve günahlar içinde gördüm. Onu bu kötü hâlden kurtarmak için çok teveccüh ettim, uğraştım. Elim ona ulaşmadı. Fakat sonunda onu kendimize çekeceğiz” buyurdu. Aradan uzun zaman geçti. Hakkında böyle buyurduğu o kimse, içki içmeyi ve işlediği diğer haramları terkedip tövbe etti. Bundan sonra ibâdet ve tâatla meşgul oldu. Bu zât bir defâsında Serhend şehrinden başka bir şehre gitmişti. Serhend’e dönüşünde hastalanıp vefat etti. Oğulları onu İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin türbesi yanında bir yere defnettiler. Böylece İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin; “Sonunda biz onu yanımıza çekeceğiz” buyurmasının hikmeti anlaşıldı.”

Birgün İmâm-ı Rabbânî hazretleri odasında yalnız otururken, talebelerinden Abdülmü’min hizmetinde bulunuyordu. Abdülmü’min’e; “Ne istiyorsan iste?” buyurdu. Abdülmü’min yeni müslüman olmuş ve İmâm-ı Rabbânî hazretlerini tanıyıp hizmetinde bulunmakla şereflenmişti. Dedi ki: “Her ne kadar uğraşdımsa da annemle, birâderimin müslüman olmalarını sağlayamadım! Onların müslüman olmaları için teveccüh buyurmanızı arzu ediyorum.” Bunun üzerine İmâm-ı Rabbânî hazretleri; “Çok muhabbet, çabuk müslüman olmaya sebep olacak” buyurdu. Aradan üç gün geçti ki o talebesinin annesi ve kardeşi Serhend’e gelip müslüman olmakla şereflendiler.

Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: “İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden biri bana şöyle anlattı: “Birgün İmâm-ı Rabbânî hazretleri hastalanmıştı. Bu hastalığı sırasında yemek için onbir tane üzüm istedi. Hizmetçi üzümleri getirince, İmâm-ı Rabbânî hazretleri murâkabeye daldı. Bir müddet sonra başını kaldırıp; “Çok garîb bir hâl gördüm. Bu üzümleri önüme koydukları zaman, hepsinin Allahü telâlâya münâcaat ettiklerini, yalvardıklarını işittim. Allahü teâlâ üzümlerin münâcaatını kabul etti ve hastalıktan kurtulmağı bunları yemeğe bağlı kıldı” buyurdu. Bu üzümlerden birkaç tane yiyince hastalığı tamamen geçti. Geri kalan üzümleri de sakladı. Bir müddet sonra küçük oğlu hastalandı. Bu hastalığa dayanamayacak bir hâl alınca o üzümleri yedirdiler ve onun da hastalığı iyileşti.”

Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle nakleder: “Hâller sâhibi Seyyid Rahmetullah’dan işittim. Şöyle anlattı: “Dekken melikinin emri üzerine, iki üç arkadaşla bir sahraya gittik. Orada bir puthâne gördüm. Birgün senin üstâdından, “Bir müslümanın elinden bunu yıkma işi gelirse, bunu muhakkak yıksın, veya zarar versin. Bu işi yapmaktan kaçınmasın. Çünkü bunu yapan Allah yolunda, din için cihâd eden gaziler sevâbına kavuşur” diye duymuştum. Onların bu sözlerine güvenerek arkadaşlarıma bu sahrada, bu puthâneyi koruyan kimse görünmüyor, burayı yıkalım dedim. Duvarlardan biraz yıkmıştık ki, bu civarda tarlalarında çalışan Hindulardan biri, bizim puthâneyi yıkmakta olduğumuzu görmüş. Koşup, o puthânede tapınan köylülere haber vermiş. Aniden ne görelim! Bin kişiye yakın bir kalabalık, taşlarla, sopalarla, mızraklarla tam bir kızgınlıkla üzerimize doğru geliyorlar. Ben ve arkadaşlarım hayret ve korkudan ne yapacağımızı şaşırıp, olduğumuz yerde kaldık. Kaçmağa bile cesâret edemedik. Kalbimden Kelime-i şehâdet getirmeğe başladım. Bu hâlde iken, senin üstâdının kalbine müteveccih oldum ve; “Ey din büyüğü! Sizin nasîhatinize güvenip bu işi yapmağa koyulduk. Allahü teâlânın izniyle bizi bu alçak kâfirlerin elinden kurtar” dedim. Bu yalvarma ve iltica esnasında İmâm-ı Rabbanî’nin (rahmetullahi aleyh) sesi kulağıma geldi. Ve dedi ki: “Hiç korkma! Şimdi senin için İslâm askeri gönderiyorum.” Ben arkadaşlarıma; “Bana bir hâl oldu. Hazret-i İmâm’ın sesini duydum. İmâm’ın söz verdiği askerler ne zaman gelecek, bunlar yaklaştı” dedim. Hindular çok yaklaşmışlardı ki, aniden otuz kırk kadar süvari göründü. Tam bir sür’atle geldiler, bir kısmını kamçıladılar ve bizi korudular. Hepsini sürüp götürdüler. Bu iş senin büyük üstâdının tasarrufu ve kerâmeti ile oldu.

Kıymetli talebelerinden Seyyid Cemâl, sahrada arslanla karşılaştı. Kaçacak yer yoktu. İmâma sığınıp, imdâd diledi. İmâm, elinde baston ile göründü ve o kükremiş arslana şiddetle vurdu. Arslan kaçtı. Talebe kurtuldu.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin makbûl talebelerinden biri, cüzzam hastalığına yakalandı. Dostları, onunla oturmaktan, bir arada durmaktan, onunla sofraya oturup yemek yemekten kaçınıyorlardı. Hattâ birgün, bir toplantıda, çok sevdiği arkadaşlarından biri onunla aynı kabdan yemek yemekten açıkça çekindi. Bu zât, bundan çok kırıldı ve üzüldü. Hazret-i İmâm’ın dergâhına sığınıp, Allahü teâlânın izniyle teveccüh ve yardım etmesi için yalvardı. Hazret-i İmâm, şefkat ve merhametlerinin çokluğundan, kederlendi ve o hastalığın kalkması için dua etti. O hastalığı kendine çekti. Şöyle ki, bu hastalık o kimsenin bedeninden onun mübârek ayaklarına intikâl eyledi. Dostları bu kimsenin vücûdunda hastalıktan eser kalmadığını gördüler. Gerçi muhlislerin ihlâsı ve akîdesi daha çok kuvvetlendi. Ama, bu hastalığın hazret-i İmâm’a geçmesinden, hepsi rahatsız, huzûrsuz olup, eleme gark oldular. Bu hastalık sebebi ile oğullarının ve talebesinin sabırsızlığını, feryâdlarını, ağlamalarını ve korkularını görünce, kendilerinden de kaldırılması için bir daha dua edip, yalvardı. Allahü teâlânın yardımı ile kendilerinden de kalktı. Oğullarına ve dostlarına bunun müjdesini ulaştırdılar. O hastalığın bulunduğu a’zâlarını gösterip eser kalmadığını bildirdiler. Hepsi şükrettiler.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri talebeleri ile birlikte bir köye gitmek üzere yola çıkmışdı. Bir sahraya geldikleri sırada, hava çok sıcak ve tozlu idi. Talebeleri bunaltıcı havada susamışlar ve sıcaktan rahatsız olmuşlardı. İmâm-ı Rabbânî hazretleri gözlerini semâya dikerek dua edince, birkaç adım yürümeden bir parça bulut göründü ve hepsini gölgeledi. Toz kalkmayacak ve çamur olmayacak kadar yağmur yağdı. Yağmurun ardından havanın hararetini düşüren hafif bir rüzgâr esti.

Talebelerinden biri şöyle anlatır: “İmâm-ı Rabbânî hazretleri taleberiyle beraber bir yolculuğa çıkmıştı. Bir kervansarayda konakladıkları sırada, talebelerine aniden şöyle buyurdu: “Bu gün buraya bir belâ geleceğini ve herkese sirayet edeceğini görüyorum. Arkadaşlarımız birbirlerine söylesinler herkes; (Bismillâhillezî lâ yedurru me’asmihî şey’ün fil-ardı velâ fissemâi ve hüvessemî’ul-alîm) ve (Eûzü bi-kelimâtillâhittâmmâti min şerri mâ halak) dualarını tekrar tekrar okusunlar. Çünkü, bu duayı kim okursa, Allahü teâlânın inâyeti ile kendisi ve malı korunur.” Bunu söyledikten sonra iki saat geçmeden kervansarayın bazı kısımlarında yangın çıktı. Bir türlü söndüremediler ve birçok mal yanıp telef oldu. Bu arada İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden Mevlânâ Abdülmü’min Lâhorî’nin de malları yandı. Ona; “Sana hiç kimse okunması îcâbeden duaları söylemedi mi?” buyurdu. Arkadaşları ona bu duaların okunması gerektiğini söylemeyi unutmuşlardı.”

Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: “Seyyidlerden bir genç, medresede talebe idi. Onunla arkadaşlık ederdik. Birgün ağlayarak yanıma geldi ve başından geçen bir hâdiseyi anlattı. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin büyük bir kerâmetini görmüştü. Dedi ki: “Hz. Ali’ye karşı savaşanları, hele Hz. Muâviye’yi sevmezdim. Bir gece senin üstâdın İmâm-ı Rabbânî’nin “Mektûbât”ını okuyordum. Okuduğum yerde; “İmâm-ı Enes bin Mâlik buyurdu ki: “Hazret-i Muâviye’yi, sevmemek onu kötülemek, hazret-i Ebû Bekr’i ve hazret-i Ömer’i sevmemek bunları kötülemek gibidir. Ona söğene, bunlara söğene verilen cezayı vermek lâzımdır” yazılı idi. Bunu okuyunca, canım sıkıldı ve yerinde olmayan bir yazıyı buraya yazmış dedim. “Mektûbât’ı yere attım. Yatağıma uzandım. Uyudum. Rüyâmda gördüm ki; senin o büyük üstâdın öfkeli ve kızgın bir hâlde yanıma geldi. İki mübârek elleri ile kulaklarımı çekti ve; “Ey câhil çocuk! Sen bizim yazdığımızı beğenmiyorsun ve kitabımızı fırlatıp, yere atıyorsun. Benim yazımı okuyunca şaşaladın ve inanmadın. Ama gel, seni bir zâta götüreyim de gör! Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) eshâbını sevmediğin için, aldandığını ondan işit” buyurdu. Beni çekerek, bir bahçeye götürdü. Beni bahçenin kapısında bırakıp kendisi yalnızca ilerledi. Uzakta görünen büyük bir odaya doğru yürüdü. Orada nûr yüzlü, büyük bir zâtın oturmakta olduğunu gördüm. Çekinerek ve saygı ile o zâta selâm verdi. Önünde diz çöküp oturdu. Ona birşeyler söylüyor, beni gösteriyordu. Uzaktan bana bakışlarından benden bahsettiği anlaşılıyordu. Biraz sonra senin o yüksek üstâdın İmâm-ı Rabbanî, kalktı. Beni çağırdı. “Bu oturan zât, hazret-i Ali "radıyallahü anh" dir. İyi dinle! Bak ne buyuruyor” dedi. Yanlarına gidip, selâm verdim. “Sakın, sakın! Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) eshâbına karşı, kalbinde bir dargınlık bulundurma! O büyüklerden hiçbirini, hiç kötüleme. Aramızda muharebe şeklinde görünen işlerimizin, hangi iyi niyetlerle yapıldığını, biz ve o kardeşlerimiz biliriz!” dedi. Senin yüksek hocanın adını söyleyerek; “Bu zâtın yazılarına da sakın karşı gelme!” buyurdu. Bu nasîhati dinledikten sonra, kalbimi yokladım. Bu husûsdaki tereddüdün ve soğukluğun, kalbimden çıkmadığını gördüm. Bu hâlimi hemen anladı. Öfkelendi. Senin yüksek hocana bakarak; “Bunun gönlü daha temizlenmedi. Suratına bir tokat indir!” dedi. Şeyh hazretleri, yüzüme kuvvetli bir tokat indirdi. Tokadı yiyince, kendi kendime dedim ki: “Bunu sevdiğim için onlara düşmanlık etmiştim. Hâlbuki kendisi onlara düşmanlığımdan bu kadar çok incinmektedir. Bu hâlden vazgeçmeliyim!” Kalbimi yokladım. Düşmanlık, kırgınlık kalmamış, tertemiz buldum. O anda uyandım. Şimdi de kalbim o kinden temizlenmiştir. O rüyânın, o sözlerin tadı, beni başka hâle soktu. Kalbimde Allah’tan başka hiçbir şeyin sevgisi kalmadı. Senin yüksek hocan İmâm-ı Rabbânî’ye ve onun yazdıklarındaki ma’rifete inancım iyice arttı.”

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden mevki sâhibi yüksek rütbeli bir subay, hazret-i İmâm’ın bir vezîrin yanına gittiğini duyunca, üzüldü ve; “Dünyâlık isteyenlerin huzûruna gitmek, onlara yakışmazdı” dedi. Bunu söylerken orada, hazret-i İmâm’ın muhlislerinden biri vardı. O subaya; “Elbette bir müslümanın işini görmek yâhut hayırlı bir iş için gitmişlerdir, sizin bu i’tirâzınız hiç de iyi değildir” dedi. Öbürü susup, birşey söylemedi. O genç subay aynı gece rüyâda gördü ki, gaybden bir grup insanlar geldi. Tamamen kızgın idiler. Büyük bir suç işlemiş gibi kendisini azarladılar. Birgün evvelki i’tirâzı ile işlemiş olduğu kabahati kendisine hatırlattılar. Sıkıca tutup dilini kesmek istediler. Çok yalvardı, özür diledi, sayısız tövbe ve istiğfar eyledi. Diğerleri de kabul edip vaz geçtiler. Bundan sonra görünüşte ağır gelse de, hazret-i İmâm’ın hiçbir işine ve sözüne i’tirâz etmedi.

Muhammed Hâşim-i Keşmî nakleder “Vera’ ve fazîletler sâhibi, cenâb-ı Hakk’ın velî kulu, Hâce Abdülhak bu fakîre şöyle anlattı: “Zamanımız âlimlerinden birinin meclisinde idim. Söz senin yüksek hocandan açılmıştı. O âlim, hazret-i İmâm’ı kötülemeğe başladı. Ben o âlime dedim ki: “Bu fakîr, bu azîzin sohbetinde bulundum. Aynı zamanda çok evliyâ da gördüm. Onlarda gördüğüm yüksek hâlleri, eşsiz ma’rifetleri ve dînimize bu derece bağlılığı, diğerlerinde göremedim. Biliyorum ki, bu büyükler Allah adamlarıdır.” O âlim, bir takım mes’eleler ortaya attı. Uzun müddet konuştuktan sonra, kendisine dedim ki; “İşte Kur’ân-ı kerîm! Hadi, ikimiz de abdest tazeleyip, ikişer rek’at namaz kılalım. Tam bir niyet ve ihtiyâç ile Kur’ân-ı kerîmi açalım. Açtığımız sahifenin ilk kelâmını bu zâtın hâline işâret tutalım ve münâkaşaya böylece son verelim.” Sözümü kabul etti. İkimiz de ikişer rek’at namaz kıldık. Kur’ân-ı kerîmi o âlim eline aldı. Tam bir arzu ve iştiyâkla sahifeyi açtı. Kur’ân-ı kerîmden açtığı sahifenin başında meâlen; “Öyle insanlar vardır ki, ticâret ve alış-veriş onlara Allah’ın zikrini (Allah’ı hatırlamağı) unutturmaz” (Nûr-37) buyurulan âyet-i kerîme çıktı. O âlim hayret etti ve söylediklerine pişman oldu. Ben de şükrettim. Onların bu kerâmetlerini gördüğüm için, onlara bağlılığım daha çok arttı.”

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin güvenilir bir talebesi ve oğulları şöyle anlatmışlardır: Bir tüccâr İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin komşularından birinin malını çaldı. Mal sâhibi ise, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin akrabasından bir genci hırsızlıkla itham etti. O genç, hakaret ve dayak korkusundan kaçıp gitti. Serhend nöbetçisi bunu duyunca hazret-i İmâm’ı çağırdı. İşinde gevşeklik gösterenin yanına gitmek îcâb etmediğini bildikleri hâlde, İmâm-ı Rabbânî hazretleri talebelerinden birisi ile yaya olarak oraya gitti. O edepsiz nöbetçi onların şânına yakışmayan çok alçak sözler söyledi. Hazret-i İmâm ise gayet yumuşak cevaplar verdi. Bu esnada Mevlânâ Tâhir Bedahşî geldi. O kızgın nöbetçiye; “Kimi ayağına çağırdığım biliyor musun? Allahü teâlânın dostlarına kötü davrananlar elbette kısa zamanda cezasını görür” dedi. Nöbetçi onları bıraktı. Aradan birgün geçmeden bu edebsiz nöbetçi, semtinde bulunan büyük bir kalabalıkla münâkaşa etti. İş kavgaya döküldü. O nöbetçi, oğullarından ve akrabasından yirmi kadar insanla kalabalığa karşı koymak istedi ve evin damına çıktı. O evde de harb için saklanan patlayıcı maddeler vardı. Oraya aniden bir ateş düştü ve büyük bir patlama oldu. O nöbetçi, bütün oğlu ve akrabası ile havaya uçtu. Cesedleri bile görülmedi. Böylece Allah dostlarına kötü söz söylemenin cezasını canıyla ödedi.

Beyt:

Yalnız kendine değil, edebsizin zarârı,

Onun ateşi sarar, hattâ bütün âfâkı.

Zamanın sultânı, haksızlık yapan kumandanlardan birinin oğlunu, tam bir kızgınlıkla Lâhor’a çağırdı. Sultânın kızgınlığının çokluğunu görenler, gelir gelmez, onu fillerin ayakları altına attırıp ezdirecek diye düşündüler. Kumandanın oğlu da böyle düşünmüştü ve çok korkmuştu. Serhend şehrine gelince, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini o zamana kadar görmediği hâlde, ona inanması ve mânevî bağlılığı sebebi ile huzûrlarına gelip kendisini koruması için yalvardı. Bunun üzerine İmâm-ı Rabbânî hazretleri ona; “Hiç korkma! Allah’ın izni ile sana hiçbir kötülük ve eziyet yapılmayacak, hattâ sultan sana lütfedip muhabbet ve hürmet gösterecek” buyurdu. Eleminin ve ızdırâbının çokluğundan onlara; “Size bağlı olan bu muhlisiniz hakkında buyurduklarınızı, kalem ile bir kâğıda yazsanız ve o yazıyı bu garîbe verseniz, hiç sıkıntım kalmazdı efendim” diye arzetti. Bu husûstaki ısrârının fazlalığı üzerine İmâm-ı Rabbânî hazretleri tebessüm edip şöyle yazdı: “Filân kimse, sultânın gadabından, kızgınlığından kurtulmak için bu fakîre sığındı. Bu fakîr onu himâye kanatlarımın altına aldım. Helâk olmaktan kurtuldu.” Bu kâğıdı alıp huzûrundan ayrıldı. Epey bir zaman sonra, birisi haber getirip; bu şahsa sultânın eziyet ettiğini zindana attığını söyledi. Bu haber İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin kulağına gidince, tebessüm etti ve: “Sabah güneşi kadar açık olarak görüyorum ki, o şahıs sultandan şefkat ve inâyet görmektir. Söylenenler doğru değildir” buyurdu. İki üç gün sonra haber geldi ki, bu şahıs sultânın huzûruna çıkınca, sultan kendisini gülerek karşıladı ve birkaç nasîhat edip, sonra iltifât göstererek ona hil’at verdi.

Sultan-zâdelerin birini, zamanın pâdişâhı zindana attırdı. Pâdişâh onun öldürülmesini istiyordu. O zavallı her tarafa başvurdu. Evliyâdan da yardım istedi. O sırada İmâm-ı Rabbânî hazretleri Akra’ya gelmişlerdi. Zindanda üzgün bir hâlde bulunan bu zât, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin eski talebelerinden biri vâsıtası ile kendisinin kurtulması için, husûsî teveccüh ve dua etmesini rica etti. Bu talebe gelip tam bir yalvarma ve ısrar ile o zâtın isteğini arzetti. Hazret-i İmâm o gece teveccüh eyledi. Sabahleyin buyurdu ki: “Ona müjde ulaştır ki, ölümden kurtuldu. En kısa zamanda hapisten de çıkacak.” O talebe sevinçle bu haberi ona götürdü. Fakat Sultan-zâde, ızdırâbının ve eleminin çokluğundan bu habere tamamen inanamadı. Allahü teâlânın velî kullarından olan başka bir zâtdan da kurtulması için teveccüh etmesini, bir haberci ile rica etti. O velî de; “Üzülmesin! Gördüm ki; Nakşibendî büyüklerinden birinin çengeli geldi. Onun balığını, helâk girdabından çıkardı” dedi. Sultan-zâde o günlerde hapisten çıktı. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden oldu. Bu işe vâsıta olan o zât anlatır: “Hazret-i İmâm onun kurtulacağını buyurduğu zaman; “Gününü söylemeyince, gönlü rahat etmiyor” dedim. Buyurdular ki: “Yarın çıkacak.” Söyledikleri gibi oldu, ertesi gün hapishâneden kurtuldu.”

Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: “Annesi tarafından Sultan-zâdelerden olan, bu yüksek yolumuzun üstâdlarından birinin oğlu, kulunç hastalığına yakalandı. Günlerce devam etti. Doktorlara başvurdu. Bir fâide göremedi. Çok eziyetler çekti. Çok üzüldü. Ne yapacağını, kime başvuracağını bilemiyor, gece gündüz gözüne uyku girmiyordu. Bu hakîrin tanıdıklarından olan yakınlarından birini, bu fakire gönderip; “Yolumuzun azîzlerinin büyüklerinden yüksek üstâdınıza, iyi bir zamanda, bu belânın kaldırılması için teveccüh etmelerini arzederseniz, biz ve büyüklerimizin rûhları sizden memnun olur” diye söyledi.

Bu haberi getiren fakîr ikindiden sonra geldi. O gece yatsı namazından sonra, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini odalarında yalnız bulup, hastanın durumunu anlatıp kendilerinden teveccüh istediğini arzettim. “İnşâallah elimizden geleni yaparız” buyurdu. Sabah namazının farzını kıldıktan sonra, bizzat kendisi bu fakîri çağırdı. Kulağıma yaklaşıp; “Teheccüd namazından sonra, akşam sizin söylediğiniz hastalığın kalkması için dua ettim. Allahü teâlânın yardımı ile o belâ kalktı. Hemen git. Duamızı o ümitsize ulaştır” buyurdu. Bu fakîr emirlerine uyarak, o şahsın yanına gittim. Beni görür görmez, yerinden fırladı, boynuma sarıldı ve gözlerinden yaşlar akmağa başladı. Hâlbuki, ben daha bir kelime konuşmamış idim. Dedi ki: “Seni ne için gönderdiklerini anladım. Biraz önce, burada olanlara; “Gecenin bitmesine birkaç saat kalmışdı ki; bu hastalık benden tamamen kalktı. Sanki hiç hasta olmamış gibi bir hâle geldim” demiştim. Yakînen anladım ki, ricâmı onlara arzetmişsiniz. Onlar da bu anda teheccüd namazına kalkmışlar, bu hastalığın kalkmasına dua ve teveccüh eylemişlerdir. Duaları kabul edildi. Şimdi müjdesini bana gönderirler diye düşünüyordum.” Ben de; “İşin doğrusu tamamen anladığınız, düşündüğünüz gibidir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri beni bu müjdeyi size ulaştırmak için gönderdiler. Elhamdülillah ki, yüksek yaratılışınız ve bağlılığınız sebebi ile yazıya ve habere lüzum göstermediniz” dedim. Bu hâdiseyi gördükten sonra şeyh-zâde, sultan evlâdından olduğu hâlde, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna gelip, tövbe ve inâbetle, talebe olma saâdetine kavuştu. Muhlislerinden ve sevdiklerinden oldu. Öyle ki, hocasına gelirken dâimâ yaya olarak huzûruna gelir, bu memlekette, bu zamanda, böyle büyük bir zâtın bulunduğuna dâimâ şükrederdi.”

Hâce Divâne Sûretî’nin talebesi olan Mevlânâ Muhammed Emîn ağır bir hastalığa tutulmuştu. Bu hastalığı epey bir zaman devam etti. Doktorların tedâvisinden bir fâide görmedi. Hazret-i İmâm’ın büyüklüğünü duyunca, tam bir yalvarma ile mektup yazıp, şifâ ve devâ olan dualarını istirhâm edip, teberrüken bir elbise göndermelerini de yalvararak istedi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri onun arzusu üzerine merhamet edip, bir mektûbu ve teberrüken bir gömleklerini gönderdi.

Mektup şöyledir:

“Kıymetli oğlum! Kendi üzerinize şefkatli bir anne gibi titremeniz ne zamana kadar sürecek? Kendiniz için üzülmeniz, dertlenmeniz, ne kadar devam edecek! Kendini ve herkesi ölü olarak düşünmek, hissiz ve hareketsiz şeyler gibi bilmek lâzımdır. “Elbette sen öleceksin, o kâfirler de ölecekler...” (Zümer-30) âyet-i kerîmedir. Bu birkaç günlük dünyâ hayâtında, çok zikrederek, kalb hastalığından kurtulmak en mühim iştir. Bu kısa zamanda mânevî hastalıkların ilâcı, Allahü teâlâyı hatırlamaktır. Maksadların en büyüğü olan kalb, Allah’tan başkasına tutulursa, ondan ne hayır gelir. Âhırette kalb selâmeti isterler. Rûhun, Allah’tan başka şeylerden kurtulmasını ararlar. Bizim gibi dar düşünceliler, dâimâ kalb ve rûhumuzu başka şeylere bağlamak için sebepler aramağı düşünürüz. Heyhat! Heyhat! Ne yapalım. Âyet-i kerîmede meâlen; “Allah onlara zulm etmez, onlar kendilerine zulm ederler” (Âl-i İmrân-117) buyuruldu. Zâhiren olan hastalığınızdan merak etmeyiniz, inşâallah sıhhate kavuşup tamâmiyle iyi olacaksınız. Bu fakîrden elbise istemiştiniz. Bir gömlek gönderdim. Giyiniz ve çok bereketli olan netice ve semerelerini bekleyiniz. Allah yolunda gidenlere selâmlar olsun. Beyt:

“Efsâne gibi okuyanlara efsânedir

Kıymetini bilene, bahâsız hazînedir.”

Mevlânâ Muhammed Emîn, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin gönderdiği gömleği giydi. Onun duası bereketiyle senelerce devam eden o hastalıktan kurtuldu. Gelip talebelerinden oldu.

Talebelerinden fazîlet sâhibi bir zât şöyle anlatmıştır: “Benim İmâm-ı Rabbânî hazretlerine talebe olmamın sebebi şudur: Çok sevdiğim bir akrabam vardı. Ağır hastalığa tutuldu. Çok doktorlara gitti, ilâç kullandı. Fakat bir fâide görmedi. Bir kimseden, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin ismini ve büyüklüğünü duydum. Huzûruna gidip, teveccühlerini istirhâm ettim. Fâtiha okudu ve husûsî odasına gitti. Biraz sonra çıkıp; “Hastası için bizden şifâ isteyen ilim talebesi nerededir” deyip, beni çağırdı. Hemen huzûruna gittim. “Gelin, af ve mağfiret olunması için Fâtiha okuyalım!” dedi. Sonra ben şaşkın ve üzgün olarak, Serhend’den birkaç kilometre uzakta bulunan köyüme döndüm. Yolda, kendi kendime dedim ki: “İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Fâtiha okuyalım buyurarak, Fâtiha okumasından bu akrabamın vefat ettiği anlaşılıyor. Eğer böyle ise, bu çok büyük bir hârikadır. Muhakkak gelip, talebesi olmalıyım.” Eve geldiğim zaman gördüm ki, akrabam vefat etmiş, yıkamış ve gömmüşlerdi. Hesâb ettim. Tam İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin beni çağırıp; “Af ve mağfireti için Fâtiha okuyalım” buyurduğu sırada vefat etmişti. Ben bu sebeple, o büyük İmâm’ın talebelerinden oldum.”

Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: “İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin makbûl talebelerinden olan, yüksek yaradılışlı bir azîzden işittim, şöyle buyurdu. “Mühim bir iş için Lâhor şehrinden, Burhânpûr şehrine gitmiştim. Serhend’e gelip, hazret-i İmâm’ın ellerini öpmekle şereflendiğim zaman hastalandım. Gideyim mi, kalayım mı diye tereddüt ediyorum. İmâm-ı Rabbânî hazretleri; “Çok mühim bir işin var, muhakkak gitmelisin, inşâallah hayırlısı olur” buyurdu. Emirlerine uyarak yola çıktım. Henüz iki üç konak gitmiştim ki, hastalığım arttı. Bir gece böyle devam etti. Bu hastalığın şiddetli zamanında kendi kendime; “Onlar bana; “Gidin bunda hayır vardır” buyurdu dedim.” Hâlbuki hastalığım çok arttı. Bu düşünceden sonra bu hastalığın ateşi ve sıkıntısı esnasında, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini rüyâda gördüm. “Hiç üzülme, şifâ bulacaksın yola devam et” buyurdu. Sabah olunca, o hastalıktan hiçbir eser kalmadığını gördüm. Delhi’ye gelince, orada bir dostum bana Hâre (bir şehir) helvası ikrâm etti. Bunu yiyince, o hastalık daha şiddetli olarak tekrar bana geldi. Yatağa düştüm ve İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin kerem ve teveccühüne kavuşmak için yalvarmağa başladım. İki gün geçmeden, hazret-i İmâm’ın huzûrunda bulunan, eski ve samîmi dostlarımdan biri, aniden kapıdan içeri girdi. “Hayırdır, inşâallah” dedim. Dedi ki: “Beni İmâm-ı Rabbânî hazretleri gönderdi. “Git, filân dostunun yanında bulun, şimdi ağır hastadır, senin gibi işten, hâlden anlayana çok ihtiyâcı olup, beraber bulunursunuz” buyurdu. “Senin yanına gelmek üzere yola çıkacağım sırada bir torba şifalı ot isteyip sana getirmem için bana verdi. İşte getirdim.” Ben dedim ki: “Bu otları İmâm-ı Rabbânî hazretleri benim hastalığımın iyileşmesi için ilâç olarak göndermiştir. Bu otları ezip, suyunu içmeliyim.” Doktorlar; “Sıtmanın şiddetli zamanında, tatlı ve soğuk yenmez, içilmez” deyip, beni bu işten men etmek istediler. Ben onlara; İmâm-ı Rabbânî hazretleri bunları benim için gönderdi içeceğim” dedim. İster istemez o otları ezip şerbet yaptılar. İçer içmez, hastalığımın yarısının geçtiğini anladım. Ertesi gün kalan otların da suyunu çıkarıp içtim. O hastalık ve sıtma tamamen geçti. Orada bulunanlar, bu hâdise üzerine hayretler içerisinde kaldılar ve İmâm-ı Rabbânî hazretlerine bağlılıkları kuvvetlendi.”

Dekken memleketinde bulunan bir zât vardı. İmâm-ı Rabbânî hazretlerini henüz görmemişti. Fakat uzaktan tanımış ve sohbetine kavuşmayı çok arzu ediyordu. Arzusunun çokluğundan; “Uzakta kalan ve o ni’metlerden mahrûm olan bu garîbe imdâd ediniz” şeklinde bir mektup yazdı. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bu mektûbu okuyup ona cevap olarak yazdığı mektupda şöyle buyurdu:

“Mektûbunuzu okurken, o diyârdaki nûrâniyetinizin fazlalığını gördüm ve ümidim arttı. Bunun için Allahü teâlâya hamd ve şükürler olsun.” O zât bu müjdelerle dolu mektûbun gelişinden bir sene sonra, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sohbeti ile şereflendi. Bir müddet o kapıda hizmet etti ve çok iyi muâmele gördü. Sonra tekrar, Dekken’e gitti. Dekken’e döndükten sonra İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin müjdesi zâhir oldu. Binlerce tâlib onun yardımı ile Ahrâriyye yoluna girdi. Bir çokları, hâl ve zevklere kavuştu. Birçok fâsık tövbe edip, doğru yola girdi. Onun bu hâlini, İmâm-ı Rabbânî hazretleri daha önceden görmüş ve haber vermişdi. Mısra:

“Kalbler, uzağı gören gözüne, esîr olsun.”

Dekken’de emrinde binlerce insan olan bir vâli vardı. Bu vâli sâlihleri, âlimleri, ârifleri severdi. İmâm-ı Rabbânî hazretlerine de çok bağlılığı ve muhabbeti vardı. Aniden eyâlet başkanlığından azledildi. Zamanın sultânı, onun ve çocuklarının hakkında gayet kötü düşünüyor, hattâ öldürmek bile istiyordu. O vâlinin tanıdıklarından olan, Mir Muhammed Nu’mân onun hâlini İmâm-ı Rabbânî hazretlerine bir mektup yazarak arzetti. Husûsî yardımlarını istirhâm edip, tekrar aynı makama gelmesini ve sultan tarafından gelecek belâlardan muhafaza edilmesi için dua istedi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri mektûbuna şöyle cevap yazdı: “Mektûbunuzu okurken o hân (vâli) gözümde, pek yüksek göründü. Onun hakkında hiç merak etmeyiniz.” Bu mektup, Mir Muhammed Nu’mân’a ulaşınca, mektûbu vâliye gönderdi. O da buna çok sevindi şükretti ve dedi ki: “Sultânın, yoktan yere beni bu kadar fenâ tanıması ve beni bu hâle düşürmesi bana çok ağır geliyor. Hasedçiler, sultâna benim hakkımda çok yalanlar söylemişler ve yazmışlar. Bununla beraber büyük velîlerin, eşsiz âriflerin teveccühlerine tamamen inanıyorum ve güveniyorum.” Bu mektûbun yazılmasından on-oniki gün sonra, sultan yaptığına pişman oldu. Tekrar merhamet ve şefkat edip, o eyâlet ve memleketi vâlinin emrine verdi. Eskisinden daha çok ihsân ve iltifât eyledi.

İnsanları doğru yola getirmek için çok çalışan bir âlim, muhabbet ve tam bir aşk ile İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin dergâhına koştu. Huzûruna gelince, İmâm-ı Rabbânî hazretleri yeni gelenlere, bilhassa şeyhlere ve âlimlere karşı gösterdiği neş’eyi, tevâzu ve muhabbeti bu kişiye göstermedi. Bazı üstün talebeleri İmâm-ı Rabbânî hazretlerine; “Bu zât, meşhûr âlimlerdendir” diye arzedip; “Tam bir ihlâs ile çok uzaktan huzûrunuza geldi. Ona, merhamet buyurun” dediler. Buyurdu ki: “Evet, öyle düşünüyorduk. Fakat, alnında açık bir yazı ile “münkir” kelimesinin yazılı olduğunu görüyorum. Ne yapalım!” Talebeleri bundan dolayı şaşırdılar. Bir müddet onların yanında kaldı. Zamanla İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin keşf ve firâsetlerinin tamamen doğru olduğu anlaşıldı. Çünkü Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “Mü’minin firâsetinden korkunuz, çünkü o Allah’ın nûru ile bakar.” buyurmaktadır.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden azîz bir zât şöyle anlatmıştır: “Daha hocamın huzûru ile şereflenmemiştim. Bir mektup gönderip; “Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) eshâbının bir sohbetle, eshâbdan olmayan, en büyük evliyâdan daha üstün olmalarının sebebi nedir? Yoksa bir sohbette evliyâda hâsıl olan bütün hâllerden daha üstün bir hâl mi elde ediyorlardı” diye sordum. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bunun cevâbında; “Bu suâlinizin cevâbı sohbete, hizmete ya’nî beraber bulunmaya ve görüşmeye bağlıdır” diye yazdılar. Bundan sonra İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûrları, hizmetleri ve sohbetleri ile şereflendim. Daha ilk sohbette öyle hâllere kavuştum ki, açıklamaya ve beyâna sığmaz. Aynı gün İmâm-ı Rabbânî hazretleri beni çağırıp: “Bu gün senin mektûbuna cevap verdim, senin hâllerin başka şekil aldı. Anladın mı? Yoksa anlamadın mı?” buyurdu. Ayaklarına kapandım. O esrâr ve firâset nûrlarının bahçesindeki servinin ayaklarının toprağına, kalb gözlerimden gizli nehirler akıttım.”

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebeleri şöyle anlatmıştır: “Gönül sâhibi bir seyyid, birgün İmâm-ı Rabbânî’nin huzûrlarına geldi. Seyyidi, öyle bir hâl kaplamıştı ki, yanında oturan onun kalbinin; “Allah! Allah!” dediğini duyardı. Hele uyuduğu zaman kalbinin bu zikri iki kat fazla duyulurdu. Zamanın meşâyıhından, kemâle ve olgunluğa gelmeden icâzet almıştı. Bu icâzetin hakkıyla verilmemiş olduğu anlaşıldı. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinden de izin ve icâzet almak istiyordu. Onun kalbinin zikretmesi ve isteği üzerine, İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki: “Mübârek bir zât olduğu anlaşılıyor. Ama bu hadde varan kalb zikrinin istilâsından ve hakkıyla verilmemiş olan o icâzetlerden dolayı olan düşünceleri, onun ilerleme yolunu kesiyor. Ona yapılacak ilâç, bu hâllerini yok etmektir.” İki gün geçmeden, o kalbe âid zikr kendisinden öyle alındı ki, her ne kadar kendini zorlasa bile zikredemedi. Şaştı kaldı. Ağlamağa, inlemeğe, feryâd etmeğe başlayıp, çok göz yaşları döktü. İmâm-ı Rabbânî hazretleri birkaç gün içinde, teveccühü ile onu eritti ve onun gurûrunu kökünden kazıdı. Sonra onu çağırıp, tasavvufda gizli hâller ile süsledi, hâllendirdi ve buyurdu ki: “Kalb hâlleri, kalbe âid ve kökleşmiş olmalıdır.”

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin makbûl ve keşf sâhibi küçük kardeşleri ve kıymetli talebesi Şeyh Muhammed Mes’ûd, geçim için ihtiyâcını gidermek maksadıyla, Kandehâr şehrine ticârete gitmişti. O günlerde İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bir sabah huzûrlarında bulunan hizmetçilerine şöyle buyurdu: “Ne garîb iştir. Kardeşim Muhammed Mes’ûd’un nerede olduğunu öğrenmek için teveccüh eyledim. Keşf gözü ile her ne kadar aradıysam, hiçbir yerde bulamadım. Bundan sonra daha dikkatli teveccüh eyledim, ölmüş ve henüz gömülmüş olan yeni mezârını gördüm.” Dinleyenler hayretler içerisinde kaldılar. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bunu söylemesinden bir müddet sonra, kardeşinin beraber gittiği arkadaşları geldiler ve onun Kandehâr’da vefat ettiğini söylediler.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri bir defâsında Ecmîr şehrine gitmişti. Bu sırada mübârek Ramazan ayı gelmişti. Âdeti üzere teravih namazlarında, Kur’ân-ı kerîmi hatm etmeğe başladı. Birinci gece yağmur yağdığı için küçük bir mescidde namazı kıldılar. Çok sıkışık oldu. Bazı kimselerden onlara sıkıntı ve eziyet geldi. Namazı bitirdikten sonra, buyurdu ki: “İnşâallah hatimlerimizi bitiririz. Eğer Allahü teâlânın ihsânı ile geceleri yağmur yağmayıp, mescidin avlusunda teravih namazı kılarsak ne büyük bir ni’met olur.” Muhammed Hâşim-i Keşmî bundan sonrasını şöyle anlatmıştır: “Bu fakîr, bir arkadaşıma; “Ne söylediklerini duydun mu? Ramazanın sonuna kadar bir daha yağmur görmeyeceğiz, inşâallah” dedim. Dördüncü hatmi bitirdikleri Ramazân-ı şerîfin yirmiyedinci gecesine kadar, gece yağmur yağmadı. Bu da onların büyük bir kerâmeti idi.”

Yine Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: “Teravih namazı kıldığımız o mescidin, bir duvarı sağlam yapılmamıştı ve bir tarafa doğru eğilmişti. O kadar ki, mescide gelenlerin çoğu ve etrâfında bulunanlar oradan geçerken, bugün yarın bu duvar yıkılacak derlerdi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri birgün bu düşüncelerine temasla buyurdu ki: “Bu duvar, bu fakirler burada kaldığı müddetçe, bize riâyet edip her hâlde yıkılmayacak. Nitekim büyükler; “Bizim şakamız ciddîdir” buyurmuşlardır. Buyurdukları gibi duvar, İmâm-ı Rabbânî hazretleri oradan ayrılıncaya kadar yıkılmadı. Oradan ayrıldığımız gün, ben, herkes gittikten sonra bir bahâne ile bir saat kadar o mescidin yanında kaldım. Duvarın yıkılmasını ta’kib ediyordum. İmâm-ı Rabbânî hazretleri mescid görünmez oluncaya kadar uzaklaşınca duvar birdenbire yıkılıverdi.”

Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: “İmâm-ı Rabbânî hazretleri Lâhor şehrine gittikleri zaman bir gece, yatsı namazını kıldıktan sonra eski bir binanın yanında durup; “Sakın kimse bu binanın yanında bulunmasın!” dedi. O gece yağmur yağacak ve fırtına esecek bir durum gözükmüyordu. Tecrübeli bir şahıs bana; “Diğer eski binalar bundan kurtulacak da, bu binanın kabahati nedir ki, yıkılacak” dedi. Gecenin üçte ikisi geçtikten sonra, o bina aniden yıkıldı. Bu binada bir kadın yatıyordu. Ev onun başına çöktü. Yakın olan birisinin ayağına da bir tuğla düştü. Kadını görenler ezildi ve öldü zannederlerdi. Hazret-i İmâm; “Biz bu gece burada kimse kalmasın demedik mi?” buyurdular. O kadını oradan çıkardıkları zaman, üzerinde bir yara ve incinme görülmedi, bir zarar görmemişti.”

O zamanın sultânının üçüncü oğlu, diğer kardeşlerinden çok daha olgun ve aralarında seçkin bir durumda idi. Babasına isyân etmişti. Bir taraftan babası, bir taraftan da bu oğlu, kuvvetli ordularla birbirlerine hücum ettiler. Şiddetli bir harb başladı. Babasının tarafında bulunup, en mühim işleri deruhte eden büyük bir kumandan, bu harb sırasında sultânın oğlunun tarafına geçti. Diğer kumandanlar da bu düşüncede idiler. Bu şehzâde, velîlerin ve âlimlerin sevgisini kazanmıştı. İslâmiyetin yayılmasına gayret ve müslümanları himâye ediyordu. Zamanın evliyâsının büyüklerinden bir kısmı, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine mektup yazıp; “Delhi’de bulunan velîler ve büyükler keşf ve vâkı’alarla galibiyetin ve nusretin şehzâde tarafında olduğunu görüyorlar. Hazretiniz bu husûsda ne buyururlar” dediler: İmâm-ı Rabbânî hazretleri cevâbında; “Harb meydanındaki vaziyetin bunun aksi olduğunu anlıyorum, fakat sonunda şehzâdenin kazanacağını tamamen görüyorum” buyurdu. Buyurdukları gibi oldu. Bir müddet kadar diğerleri devleti idâre edip, sonra Allahü teâlâ kardeşler arasında sultanlığı ona (Şâh Cihân bin Cihângir’e) nasîb etti. Babasının vekîli olarak onun makamına geçti. Allahü teâlâ, bu sultâna Hindistan’ı adâlet ve ihsânla dolduran bir padişâhlık nasîb eyledi. Bu pâdişâh sayesinde memleket başka nizâma girdi. Ârifler ve âlimler bambaşka hürmet gördüler. Dîne üstün hizmetler yapıldı.

Vefatı

İmâm-ı Rabbânî hazretleri 1024 (m. 1615) senesinde, elliüç yaşlarında iken, talebelerinden çok sevdiklerine; “Benim ömrüm ve hayâtım hakkındaki kazâ-yı mübremin altmışüç sene olduğunu ilhâm ile bana bildirdiler” buyurdu. Ve buna çok sevindi. Çünkü Peygamber efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) tâbi olmasının çokluğu, yaş bakımından da uymakla belli oluyordu. Aynı zamanda bu husûsta Hz. Ebû Bekr’e, Hz. Ömer’e ve Hz. Ali’ye de uymuş oluyordu.

1032 (m. 1623) senesinde Ecmîr’de iken; “Vefat etmemin yakın olduğuna dâir işâretler, alâmetler görülmeğe başladı” buyurdu. Serhend’de bulunan kıymetli oğullarına mektup yazıp; “Ömrümüzün sona ermesi yakındır” buyurdu. Babalarının hasreti ve ayrılığı ile yanan, evliyânın gözlerinin nûru kıymetli oğulları, bu mektûbu alınca, babalarının bulunduğu yere hareket ettiler. Huzûruna kavuşunca, birgün, bu yüksek oğullarını husûsi odaya çağırdı. Buyurdu ki: “Kıymetli oğullarım, bu dünyâya hiçbir şekilde nazarım ve bağlılığım kalmadı. Öbür dünyâya gitmek îcâb ediyor, gitme ve yolculuk alâmetleri görünmeğe başladı.” Muhammed Hâşim-i Keşmî demiştir ki: “Oğulları odadan çıkınca, kalblerindeki sıkıntıyı ve ölçülemeyen üzüntüyü, bu fakîr gördüm. Her birinin ağlamaktan boğazı tıkanıyordu. Böyle olduklarını görünce, kendilerine ne için bu kadar ağladıklarını sordum. Babaları İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin, vefatının yakın olduğunu açıklaması üzerine ağladıklarını öğrendim. Fakat İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bu haberden oğullarının çok üzgün olduğunu, kalblerindeki sıkıntı ve darlığı görünce, aynı zamanda kendisine daha bir yıldan çok yaşayacakları bildirilince, tekrar oğullarını çağırdılar ve: “Bir takım işleri tamamlamak için daha bir müddet yaşayacağımızı bildirdiler” buyurdu. Bu müjdeden, bu iki mes’ud kardeş çok sevindiler, mesrûr oldular. Bundan sonra bu hâdiseyi bana anlattılar. Bununla beraber, bu fakirin gözyaşlarının aktığı rahneleri (çukurları) açmış oldular. Fakat, bu müjdelerinden, kıymetli oğulları ve bu kalbi yaralı âşık, uzun yıllar yaşayacaklarını ümid ettik.”

Gaybî habercilerden biri de şudur: “İmâm-ı Rabbânî hazretleri o günlerde, Hâce Mu’înüddîn Ceşti hazretlerinin mezârını ziyârete gitti. Bir müddet o evliyânın kalblerine murâkabe ederek oturdu. Kalkınca, buyurdu ki: “Hazret-i Hâce çok iltifât edip, çok şefkat gösterdiler. Kendi husûsî bereketlerinden ziyâfetler verdiler. Konuştuk ve çok sırlar açıklandı. Konuşulanlardan biri şudur: Buyurdu ki: “Bu asker arasında bulunmaktan kurtulmağa çalışmayınız. Kendinizi Allahü teâlânın rızâsına bırakınız.” Bu arada o mezarda hizmet gören türbedârlar gelip, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin elini öpmekle şereflendiler.

Mu’înüddîn Ceşti hazretlerinin kabrinin örtüsünü her sene değiştirip eskisini evliyânın büyüklerinden birine gönderirlerdi. Yâhud da zamanın pâdişâhına verirler, o da kıymetli inci ve mücevherat gibi, bir sandıkta, teberrüken saklardı. O gün, o mezârın örtüsünü değiştirdiler ve eskisini İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna getirip, buna en çok lâyık olan sizsiniz diyerek takdim ettiler. İmâm-ı Rabbânî hazretleri tam bir edeble kabul etti. Örtüyü hizmetçilerine verip, kalbden soğuk bir ah çekdi ve; “Hazret-i Hâce’ye bundan daha yakın bir libâs, bir örtü yoktur. Bunu, bana kefen etmek için saklayın” buyurdu.

Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: “O günlerde bir gece, teheccüd vaktinde bu fakîr, husûsî odalarının yanına geldim. Kapılarının eşiğinin dibinde başımı dizlerimin üzerine koyarak, tefekkür etmeğe başladım. Aniden o odadan ağlamakla karışık acıklı, hüzünlü bir ses işittim. Kulağımı kapıya dayadım ve İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin içli olarak bir beyt okuduklarını ve Hakkı gören gözlerinden ihtiyâç ve muhabbet gözyaşları döktüklerini anladım. O beyt şu idi:

“İki günlük hayatla Câmî gamına doymadı,

Âh ne güzel olurdu, şu ömrüm uzun olsaydı.”

İmâm-ı Rabbânî hazretleri Ecmîr seferinden Serhend’e dönünce, artık evinde inzivâya çekildi. Bir müddet, beş vakit namaz ve Cuma namazı hâriç, evden dışarı çıkmadı. Nûr ve esrâr menba’ı olan husûsî odasına; Muhammed Hâşim-i Keşmî’den, yüksek oğullarından, talebelerinden ve hizmetçilerinden iki üç kişi hâriç, başkalarının girmesi çok nâdir oluyordu. Bu halveti seçtiği günlerden birgün, soğuk bir nefes çekip; “Şeyhülislâm’ın (Ebû Ali Dekkâk’ın) meşrebi çok yükselince, meclisinde insan kalmadı” sözünü söyledi. Burada olduğu gibi, ömrünün sonuna doğru, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin meşrebi de o kadar yüksek oldu ki, talebelerinin en yüksekleri bile onun yanında mektebe yeni başlayan küçük çocuklar gibi kalıyorlardı.

O günlerde dostlarına yazdığı mektuplarda ekseriya istiğfar ve Kelime-i tevhîd’in çok okunmasını yazardı. Hattâ bazı mektuplarında; “Ömrümüzün sonu yaklaştı, bakalım ne olur?” diye açıkça yazdı. Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: “Bu esnada, Dekken idâresinde karışıklıklar ve hercû merçler sebebiyle hatırıma, gidip çocuklarımı alıp, yüksek huzûrlarına getirip, Serhend’e, yerleşeyim diye geldi. Bu arzumu İmâm-ı Rabbânî hazretlerine arzettim. Nihâyet yüzlerce hasret ve gamla izin verdi. Gitmek için izin verdiği zaman, kendilerine; “Dua buyurunuz da, bir an evvel dönüp Hakka kulluk edenlerin sığınağı olan kapınızla şerefleneyim” diye arzettim. Bir âh çekip; “Dua edelim de, âhırette, hep beraber bir yerde olalım” buyurdu. Bu canları yakan son sözleri aklımı başımdan aldı. Fakat, bu tâlihsizin nasîbi mahrûmluk olunca, kazâya karşı gelemeyip, ister istemez, gözlerimden kanlı yaşlar akıta akıta, hasret ve gurbet şiirleri dize dize hazırlığa başladım ve ayrıldım.”

İmâm-ı Rabbânî hazretleri vefat etmeden altı ay önce, Şa’bân ayının onbeşinci gecesi olan “Berât kandili” gecesini, kendi husûsî odasında ihyâ eyledi. O gece yarısı, kıymetli hanımının bulunduğu odaya geldi. Hanımı dedi ki: “Bu gece ecellerin ve amellerin takdir edildiği gecedir. Kimbilir Allahü teâlâ kimin defterine ölecek ve kimin defterine yaşayacak! diye kaydetti.” İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu sözü duyunca; “Niçin tereddüt ve şüphe ile söylüyorsun? Ya isminin, dünyâda yaşayacaklar sahifesinden silindiğini görenin hâli nice olur?” buyurdu. Bunu söyleyince, esrâr yatağı olan kalbinden bir âh çekti. Böylece İmâm-ı Rabbânî hazretleri, o sene vefat edeceğine kerâmetiyle işâret buyurmuşlardı.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden biri şöyle anlatmıştır: “İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin ömrünün son günlerinde, hasta olduğu sırada huzûruna çıkıp, birkaç günlüğüne memleketime gidip gelmek için izin istedim. “Birkaç gün dur!” buyurdu. Sonra tekrar arzedip; “Hemen gidip, döneceğim” dedim. “Birkaç gün sabret!” buyurdu. Fakat; “Gidip en kısa zamanda huzûrunuza döneceğim” deyince, izin verdi ve: “Sen nerede, biz nerede, ilkbahar nerede?” mısra’ını okudu. Bu sözünden birkaç gün sonra vefat etti.

Bunun gibi, husûsî mahremleri ve onlara çok yakın olanlar; bu günlerde İmâm-ı Rabbânî hazretlerine inzivâ ve insanlardan uzak kalmalarına temasla; “Çoluk-çocuğunuzdan ve bütün insanlardan ayrılmanızın, uzlete çekilmenizin sebebi nedir?” diye sorunca, cevâbında: “Bu dünyâdan göçmemi çok yakın görüyorum. İş böyle olunca, tamamen inzivâ ve ayrılığı tercih edip, dâimâ istiğfar ediyorum, af diliyorum. Bunları zarurî görüyorum. Bütün vakitlerimi ve nefeslerimi, zâhirî ve bâtınî ibâdetlerle geçirmeyi elzem buluyorum. Bu da ancak, insanlardan ayrılmak ve yalnız kalmakla ele geçer. Bunun için beni bırakınız, benden ayrılınız ve beni Allahü teâlâya ısmarlayınız” buyurdu.

Yine bugünlerde, birgün kendi evinin aralığında (holünde) istirahat ederken, aniden; “İki üç ay sonra biz bu evde olmayız” buyurdu. Orada bulunanlar; “Husûsî odanızda mı bulunacaksınız?” diye arzettiler. Buyurdu ki: “Orada da olmayacağım.” Ya nerede olacaksınız?” diye sordular. “Bu yerlerden hiçbirinde olacağım görülmüyor. Bakalım ne olur?” buyurup, yollarının îcâbı açık söylemedi.

Bu arada çok sadaka verdi ve büyük hayırlar yaptı. Esrâr mahremlerinden, yakınlarından biri, bu sadaka ve hayratlarının çokluğunu görünce; “Bütün bu hayratlar, belâların giderilmesi için midir?” diye sordu. Buyurdu ki: “Hayır, belki de kavuşmak şevki ile bunları yapıyorum. Ve şu beyti okuyup gözlerinden sevinç gözyaşları döküldü:

“Vuslat günüdür sırdaşım âleme kucak açayım,

Bu devletin, bu ni’metin sevinçlerini saçayım.”

Muharrem-ül-harâm ayının onikinci günü buyurdu ki: “Bana bu dünyâdan öbür dünyâya gitmeme kırk veya elli gün kaldığını bildirdiler. Mezârımı da gösterdiler.” Bu sözleri dinleyenler üzüldüler ve şaşa kaldılar. Ciğerlerindeki yara yeniden tazelendi. O günlerde, oğlu Muhammed Sa’îd birgün, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini ağlarken gördü. Sebebini sordu. Cevâbında; “Allahü teâlâya kavuşmanın sevinci ile ağlıyorum” buyurdu. Yine oğlu; “Allahü teâlâ, bu işi, bu dünyâda çok sevdiklerinin isteğine bırakır. Madem ki, siz bu kadar çok istiyorsunuz, elbette gidersiniz” diye arz etti. Bu sözü söyleyen oğullarında bir değişme gördü ve buyurdu ki: “Muhammed Sa’îd! Allahü teâlânın gayretine dokunuyorsun.” Oğlu; “Kendi hâlime üzülüyorum” dedi ve gayet samimî bir beyânla, derd ve elem dolu kalbini dışarı vururcasına; “Ey gönlümün sürûru babacığım! Bize yaptığınız bu şefkatsizlik ve acımasızlık nedendir?” diye arz etti. Bunun üzerine; “Allahü teâlâ sizden sevgilidir. Ayrıca bizim size şefkat ve yardımlarımız, vefat ettikten sonra, bu dünyâdakinden daha çok olacaktır. Çünkü bu dünyâda iken, insanlık îcâbı ba’zan ister istemez yardım ve teveccüh tam olmuyor. Hâlbuki öldükten sonra, beşerî sıfatlardan tamamen ayrılma vardır” buyurdu. Bunu söylediği günden itibâren, o günleri saymağa başladılar. Şöyle ki, Safer ayının yirmiikinci gecesi kalbleri hasta eshâbına; “Bugün söylediğim günlerin kırkıncı günü geçmiş oluyor. Bakalım bu yedi-sekiz günde ne zuhur eder” buyurdu. Yine oğullarına buyurdu ki: “Şu arada hâsıl olan birkaç günlük sıhhatte, Allahü teâlâ, Habîbine (sallallahü aleyhi ve sellem) tâbi olan bir insanda bulunabilecek bütün kemâlâtı bana ihsân eyledi. Oğullarının bu sözlerden kalbleri parçalandı. Çünkü, bu sözlerde Hz. Ebû Bekr'in (radıyallahü anh) ; “Bu gün dîninizi tamam eyledim.” âyet-i kerîmesi gelince kalblerine gelen, ya’nî Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat edecektir, ilhâmından bir işâret bulunduğunu anladılar. Mısra:

“Senin misk zülfünden, ayrılık gecesinin kokusu geliyor.”

Safer ayının yirmiüçü Perşembe günü, dervişlere, kendi mübârek elleriyle elbiselerini taksim etti. Kendi üzerinde pamuklu, sıcak tutan bir elbise bulunmadığı için, havanın soğukluğu tesîr edip, tekrar sıtma hastalığına tutuldu ve tekrar yatağa düştü. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) hastalıktan kurtulup, az bir zaman sonra tekrar hasta olmuşlar ve vefat eylemişlerdi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bu husûsta da ittibâ’ı (uymayı) kaçırmadı. Bu hastalıktan evvel hizmetçilerinden birine; “Mangal için şu kadar liralık kömür al!” buyurdu. Biraz sonra tekrar yanına çağırarak; “Söylediğimin yarısı tutarında kömür al, çünkü bir ses kalbime, o kömürleri yakacak kadar zaman kalmadı diyor” buyurdu. Kömürün bir kısmını kendisi için ayırtıp, diğerini çocuklarına gönderdi. Kendisine ayrılmış olan miktar, vefat ettiği gün tamamen bitmişti. Bu hastalık zamanında, yüksek ilimleri, çok fazla olarak kendi yüksek oğullarına anlattı. Birgün ince hakîkatleri beyânda o kadar uğraşıyor ve bunun için o kadar konuşuyordu ki, kıymetli oğulları Hâce Muhammed Sa’îd; “Hazretinizin hastalığı bu kadar konuşmanıza elverişli değildir, bu ma’rifetlerin beyânını bir başka zamana bıraksanız nasıl olur babacığım?” diye arzetti. Bunun üzerine buyurdu ki: “Ey oğlum! Daha zaman ve fırsat var mı? Biliyorum ki, bir başka vakit, bu kadarını söylemeye de kuvvet ve kudret bulamayacağım.”

Bu günlerde hastalığı şiddetli olmasına rağmen cemâatle namaz kılmağı terketmedi. Ancak son dört-beş gün, yalnız başına namaz kıldı. Duaları, tesbihleri, salevâtları, zikri ve murâkabeyi, hiçbir eksiklik olmadan yapıyordu. Dînimizin ve hocalarının yollarının inceliklerinden hiçbirini terketmiyordu. Bir gece, gecenin üçüncü yarısında kalkıp abdest aldı. Teheccüd namazını ayakta kıldı ve; “Bu bizim son teheccüdümüzdür” buyurdu.

Vefatından biraz önce, kendinden geçme hâli görüldü. Büyük oğlu, bu kendinden geçme hâlinin çokluğu, hastalığın şiddetinden mi, yoksa istiğrak (nurlara gömülme) sebebi ile midir, diye arzetti. Cevâbında; “İstiğrak sebebi iledir. Çünkü, bazı çok yüksek hâller görünüyor. Bunun için onlara teveccüh ediyorum, tâ ki hepsini oldukları gibi görebileyim ve bunlarla herşeyim tamam ve kâmil olsun” buyurdu. Bu derin sırlardan kısaca yüksek oğullarının kulaklarına fısıldadı. Bu kendinden geçme hâlinden kurtulunca, ciğeri yaralı, kalbi yanık talebelerine elvedâ sözünü hatırlatan, vasiyyetlerini söylemeye başladı. Bu vasiyyetlerin çoğu; mutâbeata, Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) tâbi olmaya teşvik, sünnete yapışma, bid’atten kaçınma, zikr ve murâkabeye devam etme hakkında idi.

Buyurdu ki: “Sünnete çok sıkı sarılmak lâzımdır.” Bu sözleriyle de Peygamber efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) uymak istemişlerdi. Çünkü, Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat edecekleri zaman böyle nasîhat eylemişlerdi. Abbâd bin Sâriye’den (rahmetullahi aleyh). Tirmizî ve Ebû Dâvûd şöyle rivâyet eder: “Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bize va’z ediyordu. Bu va’zdan kalbler ürperiyor. Gözler yaşarıyordu. Dedik ki: “Yâ Resûlallah! Bu sözleriniz vedâ va’zına benziyor, bize vasiyyet ediniz.” Resûlullah aleyhisselâm buyurdular ki: “Size vasiyyetim olsun: Allah’tan korkunuz, bir köle bile emr-i ilâhîyi bildirirse dinleyiniz ve yapınız. Yaşayanlarınız çok şeyler görecek. O zaman benim ve Hulefâ-i râşidînin sünnetine gayet sıkı sarılınız, onu elden kaçırmayınız. Dinde bid’atten çok sakınınız. Çünkü bütün bid’atler dalâlettir, sapıklıktır.”

İmâm-ı Rabbânî hazretleri vasiyyetine devamla şöyle buyurdu: “Dînimizin sâhibi, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) nasîhatlerin en incelerini bile; “Din nasîhattir.” hadîs-i şerîfi gereğince ihmâl etmediler. Dînimizin kıymetli kitaplarından, tam tâbi olmak yolunu öğreniniz ve bununla amel ediniz. Benim teçhiz ve tekfin işlerimde sünnete uyunuz.” Bundan evvel daha önce mübârek hanımına buyurmuştu ki: “Eğer ben senden evvel, bu sıkıntılarla dolu dünyâdan âhırete gidersem, benim kefenimi, senin mehr parandan aldırırsın.”

Nasîhatlerinden biri de; “Mezarımı belli olmayan bir yere yapınız” idi. Yüksek oğulları arzettiler ki: “Bundan evvel, hazretinizin işâreti ile ağabeyimizin gömüldüğü, şerefli ve bereketli yer hakkında; “Benim mezarım orada olacaktır. Aynı yerde gömüleceğim” buyurmuştunuz. Bu gün de böyle buyuruyorsunuz.” “Evet öyle idi. Fakat şimdi ben böyle istiyorum” dedi.

Oğullarının, bunu kabul etme hakkında durakladıklarını görünce; “Eğer böyle yapmazsanız, şehrin dışında yüksek babamın yanına defnediniz. Bu da olmazsa, şehrin hâricinde bir bahçede benim mezarımı yapınız. Süslemeyiniz. Olduğu gibi bırakınız ki, en kısa zamanda nişânı kalmasın” buyurdu.

Hazret-i İmâm kendi kabirleri için buyurdukları iki üç yer hakkında, oğullarında bir duraklama, bir dikkat, hattâ bir şaşkınlık görünce, tebessüm edip; “Serbestsiniz. Nereyi münâsip görürseniz, oraya defnediniz” buyurdu. Vefat ettiği Safer ayının yirmidokuzunda Salı günü, gece kendine hizmet eden hizmetçilerine; “Çok zahmet çektiniz, bu sizin son zahmetinizdir” buyurdu. Gecenin sonunda: “Bu gece de bitti, sabah oldu” buyurdu. O günün işrâk zamanında; “Bevl edeceğim, bir leğen getirin” buyurdu. Getirdiler, fakat içinde kum yoktu. “İçinde kum olmazsa sıçrama ihtimâli olabilir” buyurdu. O en nâzik zamanda da, en ince husûslara dikkat edip, bevl etmedi ve; “Bu leğeni kaldırın, beni de yatağıma yatırın” buyurdu. Dediği gibi yaptılar. Kendilerine biraz sonra, vefat edeceksin, abdest almağa vakit bulamayacaksın ilhâmı gelince, abdestini bozmak istemedi ve abdestli olarak rûhunu teslim etmek istedi. Sedirin üzerine yatınca, sünnet üzere sağ elini sağ yanağının altına koyup, zikrle meşgul oldu. Büyük oğlu Muhammed Sa’îd, babasının sık sık nefes oldığını görünce; “Hâl-i şerîfiniz nasıldır babacığım?” diye arzetti. “İyiyim ve kıldığım o iki rek’at namaz kâfidir” buyurdu. Bundan sonra bir daha konuşmadı. Yalnız Allahü teâlânın ismini söyledi ve biraz sonra da vefat etti. Peygamberlerin büyüklerinin çoğunun son sözleri namaz olmuştur. Bu husûsta da Peygamberlerin serverine (sallallahü aleyhi ve sellem) tâbi oldu. Vefatı binotuzdört senesi, Safer ayının yirmisekizi, güneş hesabı ile yirmidokuzu, Salı günü kuşluk vakti vâkî oldu.

O ay yirmidokuz gün idi. Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat ayı olan Rabî’ul-evvel ayının ilk gecesi, Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) huzûruna kavuştu. Hastalık ve humma çektiği günler, yaşının sene adedi kadar olup, altmışüç gün idi. Hadîs-i şerîfde; “Bir günlük humma, bir senenin keffâretidir.” buyuruldu. Çektikleri hastalık, bu hadîs-i şerîfin manâsına uygun oldu.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin nûrlu bedeni yıkama tahtasının üzerine koyulup, elbiseleri soyulunca, orada olanların hepsi de gördüler ki, hazret-i İmâm, namazda olduğu gibi ellerini bağladı. Sağ elinin baş parmağı ve küçük parmağını, sol elin bileğinde halka yaptı. Hâlbuki, oğulları vefatından sonra, kollarını düzeltip uzatmışlardı. Yıkama tahtasına yatırırken, tebessüm etti ve bir müddet böyle mütebessim olarak kaldı. Hattâ orada olanlar feryâd ettiler.

Yıkayıcı, mübârek ellerini açıp düzeltti. Sol tarafa yatırdı, sağ tarafını yıkadı. Sağ tarafa yatırıp sol tarafını yıkayacağı zaman, orada bulunanlar, velîlik kuvvetinin bir alâmeti olarak, zaîf bir hareketle ellerinin hareket ettiğini, biraraya geldiğini ve eskisi gibi tekrar sağ elinin baş ve küçük parmaklarının, sol elinin bileğinde halka yaptığını gördüler. Hâlbuki sağ tarafa yatınca, sağ elin sol el üzerine gelmemesi îcâbederdi. Latif elleri mum ve taze gül yaprağı kadar taze idiler. Bununla beraber öyle bir kuvvetle sol elini tutmuştu ki, ayırmak ve çözmek mümkün değildi. Kefene sardıkları zaman, yine ellerinin bağlandığı görüldü. Böylece iki-üç defâ vâki oldu. Nihâyet oradakiler, bunda derin bir manâ ve gizli bir sır olduğunu anlayıp, bir daha ellerini açmaya uğraşmadılar ve oğulları Hâce Muhammed Sa’îd; “Madem ki, muhterem babam böyle istiyor, böyle bırakalım” buyurdu. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) hadîs-i şerîfde; “Yaşadıkları gibi ölürler.” buyurdu. Bu, Allahü teâlânın büyük bir ihsânıdır. Dilediğine ihsân eyler. O’nun ihsânı boldur.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin cenâze namazını, oğlu Hâce Muhammed Sa’îd kıldırdı. Vefatında 63 yaşında idi. Serhend’de evinin yanında defnedildi. Daha sonra Afganistan pâdişâhı Şâh-i Zaman, kabri üzerine büyük ve çok san’atlı bir türbe yaptırdı. Vefat haberi, talebelerini ve sevenlerini çok üzüp ağlattı. Duyulduğu her yerde gözyaşları döküldü. Vefatı üzerine çok şiirler yazılmış ve pekçok târih düşürülmüştür. Onun vefatına dayanamayan talebelerinden Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatır: “Vefat ettiği günün akşamı şehrin kenarında, virâne bir mescidde, o pahasız hazînenin hayâliyle içim yanıyor, kalbim parçalanıyordu. Kalbimden soğuk ahlar çekiyor, gözümden yakıcı gözyaşları döküyordum. Ben bu hâlde iken birden hocamın rûhâniyeti gözüküp; “Sabretmek lâzım” buyurdu. Binlerce kırıklık ve perîşanlık içinde; “Ey efendim, ateşe kim dayanabilir?” dedim, “İbrâhim aleyhisselâma uymayı yerine getirmek lâzımdır” buyurdu. Böylece, bu kendinden geçmiş âşığın divaneliği arttı, ızdırâbımı ve ona olan muhabbetimi dile getiren şiirler söylemeğe başladım.”

Büyük oğlu Muhammed Sa’îd buyurdu ki: “Yüksek babamı, vefatından sonra rüyâda gördüm. Allahü teâlânın kendisine verdiği büyük ni’metlerden tam neş’e ve sevinçle anlatıyordu ve bununla iftihar ediyordu. Kendisine; “Canım babacığım, şükr makâmından hiç kimseye bir nasîb verdiler mi?” diye arzettim. “Evet, beni de şükredenlerden eylediler” buyurdu. Arzettim ki, Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Şükreden kullar azdır.” (Sebe’-13) buyuruluyor. Bu âyet-i kerîmeden anlaşılan, bu cemâatin, peygamberler olduğudur. Yâhud da Peygamberlerin en büyük eshâblarıdır. Ebû Bekr-i Sıddîk (rahmetullahi aleyh) gibi deyince; “Evet, öyledir. Fakat beni husûsî bir ihsân ve inâyetle, o cemâate dâhil eylediler” buyurdu.

Hâce Muhammed Ma’sûm hazretleri buyurdu ki: “Babamı vefatından sonra rüyâda gördüm. Münker ve Nekîr’in suâli nasıl geçti? diye sordum.” Buyurdu ki: “Allahü teâlâ merhamet ederek, bereket cihetiyle ilhâm edip; “Eğer sen izin verirsen bu iki melek kabrine gelecek” buyurdu. Arzettim ki: “Ey Allah’ım! Bu iki melek de, senin huzûrunda kalsınlar dedim. Nihâyetsiz rahmet ve merhametinden bana acıdı ve onları benim yanıma göndermedi.” Tekrar; “Kabir sıkması nasıl geçti?” diye sordum. “Oldu, fakat çok az oldu” buyurdu.

Çocukları

1- Hâce Muhammed Sâdık: Büyük oğlu olup, daha küçük yaşta tasavvufda yüksek hâllere kavuştu. Onsekiz yaşında iken zâhirî ilimleri bitirip, ders vermeye başladı. Tasavvufda en yüksek dereceye ulaştı. Yirmidört yaşında iken 1025 (m. 1616) senesinde tâ’ûn, vebâ hastalığından vefat etti.

2- Hâce Muhammed Sa’îd: Babasının huzûrunda ilim öğrenip, onyedi yaşında aklî ve naklî ilimleri öğrendi. Tatlı sözlü ve alçak gönüllü olup, dünyâya hiç kıymet vermezdi. Hadîs ve fıkıh ilimlerinde, yüksek derecede âlim idi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu oğluna icâzet ve hilâfet verip; “Muhammed Sa’îd, Ulemâ-i râsihîndendir (ilmini nübüvvet kaynağından alan âlimlerden)” buyurdu. Bu oğlu 1070 (m. 1660) senesinde vefat etti.

3- Muhammed Ma’sûm: Hindistan’da yetişen kelam âlimlerinin en meşhûrlarından olup, zâhirî ve bâtınî ilimlerde pek yüksek derecede idi. O doğunca, İmâm-ı Rabbânî hazretleri; “Muhammed Ma’sûm’un dünyâya gelişi bizim için pek bereketli ve pek mübârek oldu” buyurmuştur. Babası onu aklî ve naklî ilimlerde yüksek derecede yetiştirmiştir. Ona; “İlim tahsilini çabuk bitir ki, seninle işimiz vardır” buyurmuştur. Muhammed Ma’sûm (rahmetullahi aleyh) daha ondört yaşında iken babasına; “Ben kendimde öyle bir nûr görüyorum ki, bütün âlem güneş gibi ondan aydınlanmaktadır. Eğer o nûr sönerse dünyâ karanlık, zulmetli olur!” diyerek hâlini babasına arzetmiştir. Bunun üzerine babası İmâm-ı Rabbânî ona; “Sen zamanının kutbu olursun” buyurarak müjde vermiştir. Muhammed Ma’sûm, daha sonra bu husûsu şöyle belirtmiştir: “Allahü teâlâya hamdü senâlar olsun. Va’dedilen ele geçti. Müjdelere kavuştum!” Muhammed Ma’sûm (rahmetullahi aleyh) 1079 (m. 1667) senesinin Rabî’ul-evvel ayının yedinci günü vefat etti.

4- Muhammed Ferrûh: Daha çok küçük iken feyz ve nûrlara kavuşmuş, küçük yaşta, tâ’ûn hastalığından 1024 (m. 1615) senesinde vefat etmiştir.

5- Muhammed Îsâ: İsmi, Îsâ aleyhisselâmın ismine izafeten Îsâ konmuştur. Birgün İmâm-ı Rabbânî hazretleri “Tâhâ” sûresini dinliyordu. Buyurdu ki: “Îsâ aleyhisselâmı gördüm. Meclisimizde idi. Bana; “Senin bir çocuğun dünyâya gelecek. İsmini benim ismimden koyunuz” dedi. Doğunca ismini Muhammed Îsâ koydular. Dört yaşına gelince hârikaları, kerâmetleri görülmeye başladı. Bu oğlu da Muhammed Ferrûh ile aynı gün tâ’ûn hastalığından vefat etti.

Vebâ (tâ’ûn) hastalığının yaygın olduğu günlerde, iki oğlu Muhammed Ferrûh ve Muhammed Îsâ hastalandılar. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu iki kardeşi birbirinden ayrı yerlerde yatırın dedi. Muhammed Ferrûh’u cemâathâne odasında, Muhammed Îsâ’yı ise, içerideki odada yatırdılar. Muhammed Îsâ vefat etti. “Muhammed Ferrûh da ağırdır. Kardeşinin vefatını ona haber vermeyelim” dediler. Bu sırada Muhammed Ferrûh; “Ey kardeşim, vefasızlık ettin, benden evvel gittin” dedi. Mevlânâ Abdülhay orada idi. “Bâbâ, kime söylüyorsun?” dedi. “Muhammed Îsâ’ya söylüyorum. Ahırete gitmede benden evvel davrandı” cevâbını verdi. Mevlânâ Abdülhay, “Muhammed Îsâ içerideki odadadır. Onun vefat ettiğini nereden bildin?” deyince, Muhammed Ferrûh; “Meleklerin onu gaslettiklerini görüyorum” dedi. Aynı gün akşam Muhammed Ferrûh da vefat etti.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Mevlânâ Sâlih’e gönderdiği bir mektupda (Birinci cild, 306. mektup), tâ’ûn hastalığından küçük yaşta vefat eden oğulları için kısaca şöyle yazıyor:

“Kardeşim Molla Sâlih! Serhend’de bulunanların başına gelenleri dinle! Büyük oğlum Muhammed Sâdık (rahmetullahi aleyh), iki küçük kardeşi Muhammed Ferrûh ve Muhammed Îsâ birlikte âhırete gittiler. “İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râci’ûn.” Allahü teâlâya sonsuz hamd olsun ki, önce geride kalanlara sabr etmek gücünü ihsân eyledi. Bundan sonra bu belâdan râzı olmayı nasîb eyledi.

Beyt:

“Beni incitsen de, yüz dönmem yine,

Sabretmek tatlı olur sevgili elemine.”

Sekiz yaşında vefat eden ve bu yaşta çok kerâmet ve hârikaları görünen Muhammed Îsâ’dan ne bildireyim! Her üçü de, nefis birer cevher idiler. Bize emânet verilmişlerdi. Allahü teâlâya hamd olsun ki, bu emânetleri râzı olarak sâhibine teslim eyledik. Yâ Rabbî! Peygamberlerin efendisi hürmetine, bizi onların sevâbından mahrûm bırakma! Onlardan sonra bizleri fitneye düşürme!”

6- Ümmü Gülsüm: İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin kerîmesi, kızı olup, iffet hazînesi idi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri birgün çocukları ile evde oturuyorlardı. Kerîmeleri Ümmü Gülsüm o zaman yedi yaşında idi. Odaya girdi ve annesine; “Vah vah! Siz Allah’dan gâfil hâlde oturuyorsunuz” dedi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri ona; “Bîbî! Sen Allahü teâlâyı unutmamak hâlini nereden aldın?” buyurdu. “Siz perde arkasından, filân hanıma zikr telkin ediyordunuz. Ben de perde arkasında olan o hanımefendinin yanında idim. O günden beri benim kalbim zikr ediyor. Dâimâ, Allah Allah diyor. Allahü teâlâyı bir an unutmuyorum. Aynı zamanda kalblerde olanları da biliyorum. Kimi görsem, kalbindekini bilirim” dedi. Kardeşlerinden birgün sonra, ya’nî Rabî’ul-evvelin sekizinci günü o da vefat etti. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin bu kızından başka iki kızı daha vardı. Bunlardan biri, babasının sağlığında vefat etti. Diğeri de Kâdı Abdülkâdir’le evlendi.

7- Muhammed Eşref: İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin oğullarından olup, babasının sağlığında, süt emmekte iken vefat etti.

8- Şâh Muhammed Yahyâ: İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin en küçük oğludur. Bu oğullarına Şâh lakabını vermesinin sebebi; Şâh İskender-i Kâdirî’nin bu çocuğa, daha çok küçük yaşta teveccüh edip, inâyet nazarları ile hâlini süsleyip, kendi dedelerinin âdeti üzere, bu gözbebeğine Şâh ismini vermiş olmasıdır. Yahyâ ismini vermelerine gelince; bu oğlu dünyâya gelmeden önce, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine şöyle ilhâm olundu: “Evinde bir çocuk dünyâya gelecek, senin ismini ihyâ edecek, yaşatacaktır.” Dünyâya gelince, o müjde sebebi ile ismini; ihyâ eden manâsına Yahyâ koydu.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, dâimâ bu vilâyetin gözbebeğinin yaradılışının ve kabiliyetinin yüksekliğinden bahsederlerdi. Hattâ bu göz nûru, hazret-i İmâm’ın bereketli terbiyeleri ile sekiz dokuz yaşlarında iken Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Daha çok küçük yaşta, kendisinde ilim tahsiline karşı öyle bir rağbet ve muhabbet görülüyordu ki, üstâdına yaptığı rabıtalar ve bu esnadaki müşâhedeler, hiç bir çocukta görülmüş ve duyulmuş değildir. İmâm-ı Rabbânî, Ecmîr seferinden dönerken, hizmetçilerinden birkaçı, Şâh Muhammed Yahyâ’yı, hazret-i İmâm’ı karşılamak için iki üç konak ileriye götürdüler. Hazret-i İmâm’ın huzûruna geldi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, dört gün sonra Serhend’e geleceklerini söyledi. Oğlu Serhend’e dönmek için babasından izin istedi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri; “Dönmek için niçin bu kadar acele ediyorsun. Yoksa bizi özlemedin mi?” buyurdu. “Burada kalırsam derslerim kalır ve filân arkadaşım beni geçer. Bunu istemem. Hocamı da özledim” dedi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri çok memnun oldu ve; “Evet, ne için böyle olmasın ki, âlimler tabakasındandır, sâlihler ve hafızlar hânedânındandır” buyurdu ve izin verdi.

Şâh Muhammed Yahyâ babasının vefatından sonra, yüksek ağabeylerinin bereketli terbiyeleri ile aklî ve naklî ilimleri tamamen öğrendi. Tam bir kuvvet ve kudretle ilim kürsüsüne oturup, en zor kitaplardan ders okutmaya başladı. Allah’dan başka herşeyden vaz geçip, lüzumsuz hiçbir şey yapmayıp, vakitlerinin kıymetini bilip, sünnet-i seniyyeye uyup, bu büyükler yoluna tam riâyet edip, bu yolda devam etti. Öyle ki, temizliğin ve mânevî nisbetin vârisliği, temiz alnından belli olurdu. Boyu, gözleri, kaşları, yürüyüşü, yüksek babasına çok benzerdi. Makbûl ve sevgili olmasının alâmetlerinden biri de, Hâce Bâkî-billah’ın büyük oğlu Hâce Muhammed Abdullah’ın kızının, bu vilâyet sedefinin nikâhı altına girmesidir. 1037 (m. 1627) senesinde onbeş yaşında idi ve “Mutavvel” okuyordu.

Zâhirî ilimlerden sonra, yüksek ağabeylerinin yanında tasavvuf yolunda ilerledi. Kemâl ve ikmâl derecelerine kavuşup, mürşid-i kâmil-i mükemmil oldu. Yüksek keşf ve ma’rifetler sâhibi oldu. Bir kısmını kalem dili ile hazret-i Urvet-ül-Vüskâ İmâm Ma’sûm’a arzetti, doğruluklarını sordu. Mektûbât-ı Ma’sûmî’de bunlar vardır.

Yüksek ağabeyleri, Haremeyni şerîfeyni ziyârete gidince, bu da onlarla beraberdi. O mübârek yerlerin feyz ve nûrlarından çok nasîb aldı. 1098 (m. 1687)’de vefat etti. Tegannînin haram olduğuna dâir bir risâlesi vardır. (Tegannî; Kur’ân-ı kerîmi ve ezanı, hareke veya harf katacak veya harfleri değiştirecek şekilde, müzik perdelerine uyarak okumaktır.)

Şâh Muhammed Yahyâ’nın iki oğlu kaldı. Biri Şeyh Ziyâeddîn, diğeri Şeyh Fakîrullah idi. Bunların ikisi de zâhir ve bâtın kemâllerine kavuşmuşlardı. Mektuplarından birkaçı Gülşen-i Vahdet’de vardır.

Talebeleri

İmâm-ı Rabbânî hazretleri irşâd makamına geçip, insanları irşâda, doğru yolu anlatmaya başlayınca, insanlar dünyâ kazançlarını bırakıp, yakın-uzak heryerden karınca ve çekirge sürüleri gibi huzûruna üşüştüler. Onun bereketiyle, dünyâda bir benzeri daha bulunmayan ve büyük bir ni’met olan ders halkaları ve sohbet meclisleri kuruldu. İslâmiyetin zayıf, kâfirlerin gâlip olduğu bir zamanda, binlerce gayr-i müslim İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûrunda müslüman oldu. Nice fâsık ve fâcir, haramlara dalmış felâket içinde olan günahkâr kimseler, onun sohbeti ile hidâyete kavuşmuş, hâllerini düzeltip, takvâ sâhibi ve ibâdet eden kimseler olmuşlardır.

Dünyânın her yerinden, uzaktan-yakından pekçok insan, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini rüyâda ve uyanıkken görüp, aşk ve muhabbetle huzûruna koşmuşlardır. Âlimlerden, sâlihlerden, zengin ve fakirlerden pekçok kimse böylece huzûruna gelip, sohbetiyle şereflenmişler, ondan feyz almışlardır.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, huzûruna gelip, sohbetinde toplanan herkese teveccüh eder, feyz verir ve tasavvufta üstün hâllere kavuştururdu. Elinde tövbe edip, ona talebe olanların sayısı yüzbinlerin üstündedir. Seçkin talebelerini insanlara doğru yolu anlatmak üzere çeşitli memleketlere göndermiş ve talebeleri vasıtasıyla oralara da feyz vermiştir.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinin meşhûrlarından bir kısmı şu zâtlardır:

Muhammed Sâdık:

Yirmidört yaşında iken çok az insanın kavuşabileceği yüksek derecelere kavuşan büyük oğludur. Babasının sağlığında 1025 (m. 1616) senesinde vefat etmiştir. Muhammed Sa’îd: Yüksek hâller, güzel ahlâk ve temiz ameller sâhibi ikinci oğludur. Aklî ve naklî ilimlerde âlim, tasavvuf bilgilerinde mütehassıs idi. Babasının husûsî sırlarına büyük derecelerine, eşsiz kemâlât ve hâllerine kavuşup, onun nûrunu bütün âleme yayan üçüncü oğlu Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî olup, dokuzyüzbin talebesi vardı. Bunlardan yüzkırkbini evliyâ, yedibini de mürşid-i kâmil idi. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebeleri arasında, en meşhûrlarından ve halîfelerinden olanları da şu zâtlardır:

1- Mîr Muhammed Nu’mân, 2- Şeyh Tâhir-i Lâhori, 3- Bedî’uddîn Sehâren-pûri, 4- Nûr Muhammed Pütnî, 5- Hamîd-i Bingâlî, 6- Şeyh Müzzemmil, 7- Şeyh Tâhir Bedahşî, 8- Mevlânâ Ahmed Berkî, 9- Mevlânâ Kâsım Ali, 10- Mevlânâ Yûsuf Semerkandî, 11-Mevlânâ Muhammed Sâlih Gülâbî, 12- Mevlânâ Muhammed Sıddîk Keşmî, 13- Şeyh Abdülhayy, 14- Mevlânâ Yâr Muhammed Telkânî, 15- Mevlânâ Hasen-i Berkî, 16- Şeyh Abdülhâdî, 17-Şeyh Hacı Hıdır Efgân, 18- Şeyh Yûsuf-i Berkî, 19- Şeyh Mühibbullah, 20- Mevlânâ Ahmed Deybenî, 21- Kerîmüddîn Bâbâ Hasen Ebdâlî, 22- Şeyh İshâk Sindî, 23- Mevlânâ Abdülvâhid Lâhorî, 24- Mevlânâ Emânullah Lâhorî, 25- Muhammed Sâdık Bedahşânî, 26- Yâr Muhammed Kadîm, 27- Mevlânâ Kâsım Ali, 28- Âdem Bennûrî 29- İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hayâtını ve menkıbelerini anlatan “Zübdet-ül-makâmât” kitabını yazan ve Mektûbât’ın üçüncü cildini toplayan meşhûr talebesi, Muhammed Hâşim-i Keşmî, 30- Yine hayâtını ve menkıbelerini anlatan “Hadarât-ül-Kuds” kitabını yazan, meşhûr talebesi, Bedreddîn Serhendî en meşhûr talebelerindendir.

Yüksek talebelerini, insanlara zâhirî ilimleri ve bâtınî ma’rifetleri öğretmeleri için her tarafa gönderdi. Meselâ; Mevlânâ Hamîd-i Bingâlî, Mevlânâ Muhammed Sıddîk-i Bedahşî, Şeyh Müzzemmil, Mevlânâ Tâhir-i Bedahşî, Mevlânâ Ahmed-i Deybenî, Kerîmüddîn-i Bâbâ Hasen-i Ebdâlî, Hasen-i Berkî, Mevlânâ Abdülhayy-i Belhî, Mevlânâ Hâşim-i Keşmî, Mevlânâ Bedreddîn-i Serhendî, Yûsüf-i Berkî, Hacı Hıdır Efgân, Hâce Muhammed Sâdık-i Kâbilî, Mevlânâ Yâr Muhammed Kadîm-i Talkânî ve diğerleri.

Bu zâtlar İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin seçkin talebelerindendir. Bunların sohbetinden milyonlarca insan feyz alarak, Vilâyet makâmına kavuşmuşlardır. Bu yüksek talebelerine çok yüksek müjdeler vermiş ve insanların bu seçkin zâtların sohbetlerine kavuşmalarını teşvik eylemiştir. Talebesinden bazılarını vilâyet ve kutbluk makamı ile müjdelemiştir.

Nûr Muhammed Pütnî "kuddise sirruh:

Talebesinin büyüklerindendir. Bunun hakkında; “O, ricâl-ül-gaybdendir. Ya Nükabâdan, yâhud Nücebâdandır” buyurdu.

Bedî’üddîn-i Sehârenpûrî "kuddise sirruh: Rüyâda Peygamber efendimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) çok inâyet ve iltifâtlara kavuştu. Kendisine; “Sen Hindistan’ın sirâcısın kandilisin” buyuruldu. Zamanın kutbu olmak saâdetine de kavuştu.

Mevlânâ Ahmed-i Berkî "kuddise sirruh: Bir hafta içinde bütün sülûk konaklarını geçmiştir. Bu da memleketinin kutbu olma şerefine nail olmuştur.

Mevlânâ Muhammed Tâhir-i Lâhorî (rahmetullahi aleyh):

Kendi memleketinin kutbu olmakla şereflendi. Allahü teâlâ kendisine; “Senin teveccüh ettiklerinin hepsini Cehennem ateşinden halâs ettim ve sana talebe olanı bağışladım” diye ilhâm eyledi.

Seyyid Âdem-i Bennûrî (rahmetullahi aleyh):

Daha ilk teveccühde ve hattâ telkin ânında, talebeyi tasavvufda Fenâ-i kalbî makamına ve nisbet-i hâssaya ulaştırırdı. Allahü teâlâ tarafından kendisine husûsî bir tarz ve yol ihsân edildi. Bu yola “Ahseniyye” denmiştir. İşte bu yol ile insanları Allahü teâlâya yaklaştırıyordu. Bu beşâreti, müjdeyi, İmâm-ı Rabbânî hazretleri, şu sözleri ile kendisine verdiler: “Size bizden istifâde ettiğinizden daha çoğu gaybî olarak verilecektir. Sizin yolunuza tevessül (vesîle) eden, mağfiret olunmuştur. Kıyâmette size yeşil bir sancak verilir. Size tevessül edenler, sizin yolunuzda gidenler, kıyâmet gününde o sancağın altında rahat ve gölgede olurlar.” Dörtyüzbinden ziyâde kimse huzûrunda tövbe etti. Bin tane kâmil talebesi vardı. Seyyid Ahmed, Medîne-i münevvereye gidince, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) selâmını almış ve pek az kimseye bile nasîb olmıyan müsâfeha etmek şerefine kavuşmuştu. O sırada; “Ey oğlum! Sen benim yanımda kal!” diyerek bir ses duyuldu ve hakîkaten, Medîne-i münevverede vefat etti.

Seyyid Muhammed Nu’mân-ı Bedahşî "kuddise sirruh":

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bir mektûbunda, Seyyid Muhammed Nu’mân-ı Bedahşî’ye: “Sizin kemâl hilâliniz, güneşin karşısında ondördüncü ay gibi oldu. Güneşe verilenlerin hepsi, ona aksetti” yazdı. Kutb olduğu kendisine müjdelendi. İrşâdları çok fazla oldu. Yüzbinlerce insanı Allahü teâlâya yaklaştırdı. Zamanın pâdişâhı, talebesinin çokluğundan korktu. Onu Dekken’den çağırıp yanında muhafaza eyledi. Buyurdu ki: “Peygamber efendimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) rüyâda gördüm. Ebû Bekr-i Sıddîk (rahmetullahi aleyh), O serverin yanında idi. Buyurdu ki: “Yâ Ebâ Bekr! Oğlum Muhammed Nu’mân’a söyle, Ahmed’in makbûlü, benim makbûlümdür ve Allahü teâlânın makbûlüdür. Ahmed’in merdûdünü, kabul etmediğini ben ve Allahü teâlâ sevmeyiz.” İmâm-ı Ahmed Rabbânî’nin "kuddise sirruh makbûllerinden olduğum için, bu müjdeyi duyunca, büyük bir sürûra kapıldım. Bu huzûr içerisinde iken, tekrar şöyle buyurdular: “Oğlum Muhammed Nu’mân’a de ki: Senin makbûlün, Ahmed’in (İmâm-ı Rabbânî’nin) makbûlüdür. Onun makbûlü, benim ve Allahü teâlânın makbûlümüzdür. Senin merdûdün, kabul etmediğin Ahmed’in, benim ve Allahü teâlânın merdûdüdür.”

Eserleri

1- Mektûbât:

İslâm âleminde İmâm-ı Rabbânî’nin mektûbâtı kadar kıymetli bir kitap daba yazılmamıştır. Mektûbât, üç cild olup, beşyüzyirmialtı mektûbunun toplanmasından meydâna gelmiştir. Kelâm ve fıkıh bilgilerini, tasavvufun ma’rifetlerini açıklayan uçsuz bir deryâ gibi eşsiz bir eserdir.

Mektûbât’ın birinci cildi 1025 (m. 1616) senesinde talebelerinin meşhûrarından Yâr Muhammed Cedîd-i Bedahşî Talkânî tarafından toplanmıştır. Birinci cildde üçyüzonüç (313) mektup vardır. Bu cildin son mektûbu, Muhammed Hâşim-i Keşmî’ye yazılmıştır. İmâm-ı Rabbânî hazretleri birinci cildin son mektûbunu yazınca; “Muhammed Hâşim’e gönderilen bu mektupla resûllerin, din sâhibi peygamberlerin ve Eshâb-ı Bedr’in sayısına uygun olduğundan, üçyüzonüç mektupla birinci cildi burada bitirelim” buyurmuştur.

İkinci cildi ise 1028 (m. 1619) senesinde yine talebelerinden, Abdülhay Pütnî tarafından toplanmıştır. Bu cildde Esmâ-i hüsnâ ya’nî Allahü teâlânın Kur’ân-ı kerîmde geçen doksandokuz ismi sayısınca doksandokuz (99) mektup vardır.

Üçüncü cild de İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin vefatından sonra 1040 (m. 1630) senesinde talebelerinden Muhammed Hâşim-i Keşmî tarafından toplanmış olup, bu cildde de Kur’ân-ı kerîmdeki sûrelerin sayısınca yüzondört (114) mektup vardır. Her üç cildde toplam beşyüzyirmialtı (526) mektup vardı. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin vefatından sonra on mektûbu daha üçüncü cilde ilâve edilmiştir. Böylece toplam mektup adedi (536) olmuştur.

Mektûbât’daki mektupların birkaçı Arabî, geri kalanların hepsi Fârisîdir. 1392 (m. 1972) senesinde, Pakistan’da Karaşi’de (Edeb Menzil, Sa’îd Kompani) de Gulâm Mustafa Hân tarafından, üç cildi iki kitap hâlinde ve hâşiyesinde açıklamalar olarak, gayet okunaklı ve nefis basılmıştır. Bu Fârisî baskının, 1397 (m. 1977) senesinde İstanbul’da, ofset baskısı yapılmıştır. Muhammed Murâd-i Kazânî Mekkî tarafından 1302 (m. 1884) yılında Arabîye tercüme edilerek, “Dürer-ül-meknûnât” adı verilmiş, 1316 (m. 1898)’da Mekke-i mükerremede Miriyye matbaasında basılmıştır. 1382 (m. 1963)’de, İstanbul’da da ofset yolu ile birinci hamur kâğıda gayet nefis basılmıştır. İmâm-ı Rabbânî’nin "kuddise sirruh ve oğlu Muhammed Ma’sûm’un "kuddise sirruh (Mektûbât) kitapları, Müstekîm-zâde Süleymân Efendi tarafından Farsçadan Türkçeye, Osmanlıcaya tercüme edilip, 1277 (m. 1860) senesinde taşbasması yapılmıştır. Daha sonra birinci cildi Türkçeye tercüme edilerek, “Müjdeci Mektûblar” adı ile İstanbul’da Hakîkat Kitabevi tarafından yayınlanmıştır. Mektûbât’ın ikinci ve üçüncü cildindeki mektuplardan da bir kısmı Türkçeye tercüme edilerek, “Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye” kitabı içinde 108 madde hâlinde yayınlanmıştır.

İmâm-ı Rabbânî’nin mübârek oğlu Muhammed Ma’sûm-i Serhendî’nin yetiştirdiği, yüzlerce evliyânın meşhûrlarından olan Muhammed Bâkır Lâhorî, 1080 (m. 1668)’de “Mektûbât’ı Fârisî olarak hülâsa edip, özetleyerek “Kenz-ül-hidâyât” ismini vermiştir. Bu eser yüzyirmi sahife olup, içinde yirmi başlık vardır. 1376 (m. 1957) senesinde Lâhor’da basılmıştır.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin büyük talebelerinden Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatır: “Hocamın zamanında yaşayan ve derin âlim olan bir zât bana: “Senin hocanın risâleleri ve mektupları olduğunu duydum, fakat görmedim” dedi. Ben de İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin bir mektûbunu, o dindar âlime okudum. Dinlerken zevkinden coşup, ellerini kaldırdı. Bir müddet dua etti ve; “Yâ Rabbî! Bu muazzam şeyhe dâimâ selâmet ver!” dedi, sonra bana; “Bid’atlarla dolu olan bu bozuk zamanda kalb kararıyor, paslanıyor. Senin yüksek hocanın sözleri o pasları sildi, kalbimi cilâlandırdı” dedi.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden biri şöyle nakleder: “İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki: “Bütün yazılarımızı, âhır zamanda gelecek olan Hazret-i Mehdî’nin okuyacağı ve hepsini makbûl bulacağı bize bildirildi.”

Son asrın zâhir ve bâtın ilimlerinde kâmil, dört mezhebin fıkıh bilgilerinde mâhir, büyük İslâm âlimi ve rûh bilgilerinin mütehassısı, Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî hazretleri defâlarca şöyle buyurmuştur: “Ba’de kitâbillah ve ba’de kütüb-i sitte efdal-i kütüb, Mektûbâtest.” Ya’nî, Allahü teâlânın kitabı olan Kur’ân-ı kerîm’den sonra ve Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) hadîs-i şerîflerinin toplanması ile meydana gelmiş olan Kütüb-i sitteden sonra, dîn-i İslâmda yazılmış kitapların en üstünü Mektûbât’tır. Yine Mektûbât’tan bahsederken; “Din ve dünyâya en ziyâde yarıyan ve dîn-i İslâmda misli yazılmamış Mektûbât kitabı...” buyurmuştur.

Evliyâ-yı Kirâmın vilâyetlerinin kemâlâtının ma’rifetlerini bildiren kitapların en kıymetlisi, Celâleddîn-i Rûmî’nin “Mesnevî”si olduğu gibi, hem vilâyet kemâlâtının ma’rifetlerini, hem de nübüvvet kemâlâtının ma’rifetlerini ve inceliklerini bildiren kitapların en kıymetlisi ve en üstünü, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin “Mektûbât” kitabıdır.

Diğer eserleri de şunlardır:

2- Redd-i revâfıd: Fârisî olup, Râfizîleri reddeden bu kitabın Türkçesi, (Hak sözün Vesîkaları) kitabında, bir bölüm olarak, Hakîkat Kitabevi tarafından yayınlanmıştır. Arapcaya da tercüme edilmiştir.

3- İsbâtün-nübüvve: “Peygamberlik nedir?” adı ile Türkçeye tercüme edilmiştir. Hak Sözün Vesîkaları kitabı içinde bir bölüm olarak yayınlanmıştır. Ayrıca Arapcası, İngilizceye ve Fransızcaya da tercüme edilmiştir.

4- Mebde’ ve Me’âd,

5- Âdâb-ül-mürîdîn,

6- Ta’lîkât-ül-Avârif,

7- Risâle-i tehlîliyye,

8- Şerh-i Rubâ’ıyyât-ı Abd-il-Bâkî,

9- Meârif-i ledünniye,

10- Mükâşefât-ı gaybiyye,

11- Cezbe ve sülûk risâlesi.

 

Eserlerinden seçmeler

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin eşsiz eseri “Mektûbât”, hem yazıldığı asırda, hem de sonraki asırlarda, hakîki saâdeti arayanlar tarafından aşk ve şevkle okunmuş, istifâde edilmiş ve pekçok insanın se’âdete kavuşmasına vesîle olmuştur. Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak isteyenlere fâideli olmak için yazdığı bu eserinden seçmeler:

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, büyük oğlu Muhammed Sâdık’a yazdığı birinci cilddeki 260. mektûbun son kısmında şöyle buyurdu:

“Ey oğlum! Kutb-i irşâdın feyz vermesi ve ondan feyz almakla ilgili ma’rifetler, “Mebde’ ve Me’âd” risâlesinde, “İfâde ve istifâde” bâbında yazılmışdı. Sırası gelmiş iken, fâideli olan bu ma’rifeti de, buraya yazıyorum. Orada yazılı olan ile karşılaştırınız! Kutb-i irşâd, kemâlât-i ferdiyyeye de mâlikdir. Çok az bulunur. Asırlardan, çok uzun zaman sonra, böyle bir cevher dünyâya gelir. Kararmış olan âlem onun gelmesi ile aydınlanır. Onun irşâdının ve hidâyetinin nûrları, bütün dünyâya yayılır. Yer küresinin ortasından tâ arşa kadar herkese; rüşd, hidâyet, îmân ve ma’rifet onun yolu ile gelir. Herkes, ondan feyz alır. Arada o olmadan, kimse bu ni’mete kavuşamaz. Onun hidâyetinin nûrları, bir okyanus gibi, (çok kuvvetli radyo dalgaları gibi) bütün dünyâyı sarmıştır. O deryâ, sanki buz tutmuştur. Hiç dalgalanmaz (ya’nî şöhretten uzak olur, onu kimse tanımaz.) O büyük zâtı tanıyan ve seven bir kimse, onu düşünürse, yâhud, o, bir kimseyi sever, onun yükselmesini isterse, o kimsenin kalbinde, sanki bir pencere açılır. Bu yoldan, sevgisi ve ihlâsına göre, o deryâdan kalbi feyz alır. Bunun gibi bir kimse, Allahü teâlâyı zikr ederse ve bu zâtı hiç düşünmezse, meselâ onu tanımazsa, yine ondan feyz alır. Fakat, birinci feyz daha fazla olur. Bir kimse, o büyük zâtı inkâr eder, beğenmezse, yâhud o büyük zât, bu kimseye incinmiş ise, Allahü teâlâyı zikretse bile, rüşd ve hidâyete kavuşamaz. Ona inanmaması veya onu incitmiş olması, feyz yolunu kapatır. O zât, bunun istifâdesini istememiş olmasa bile, onun zararını istemese bile, hidâyete kavuşamaz. Rüşd ve hidâyet, var görünür ise de yoktur. O zâta inanan ve sevenler, onu düşünmeseler de ve Allahü teâlâyı zikr etmeseler de, yalnız sevdikleri için, rüşd ve hidâyet nûruna kavuşurlar. Fârisî beyt tercümesi:

Susdum artık, zekîlere bu yeter,

Çok bağırdım, dinleyen varsa eğer.

Âlemlerin rabbi olan Allahü teâlâya hamdolsun. O, Rahmândır ve Rahimdir. O’nun resûlü Muhammed aleyhisselâma ve Âline ve Eshâbına sonsuz salât ve selâm olsun.”

Birinci cild, 23. mektupda şöyle buyurdu:

“Bir din âlimi, gençlere din öğreteceği zaman, bunlara önce, İslâm düşmanları ve câhil kimseler tarafından şırınga edilen, yanlış bilgileri ve iftirâları anlayıp, onların temiz ve körpe kafalarını bu zehirlerden temizler. Zehirlenen rûhlarını tedâvi eder. Sonra, yaşlarına ve anlayışlarına göre, İslâmiyeti ve meziyetlerini, faydalarını, emirlerindeki ve yasaklarındaki hikmetlerini, inceliklerini ve insanlığı saâdete ulaştırdığını, onların kalbine yerleştirir. Böylece gençlerin rûh bahçelerinde, dertlere deva, rûhlara gıda olan nefis çiçekler yetişir. Böyle bir din âlimini ele geçirmek, en büyük kazançtır. Onun bakışları, rûhlara işler. Sözleri, kalblere tesîr eder. Dîn-i İslâmı hazır lokum gibi yutmak, susuz kalmış iken soğuk şerbet içip ciğerlerine kadar serinliyebilmek, ancak böyle bir Allah adamının sunması ile mümkündür...”

Birinci cild, 193. mektup:

Allahü teâlâ yardımcımız olsun! işlerinizi kolaşlaşdırsın! Ayıb ve çirkin olan şeylerden korusun!

Âkil ve baliğ olan erkeğin ve kadının birinci vazîfesi; Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdıkları akâid bilgilerini öğrenmek ve bunlara uygun olarak inanmakdır. Allahü teâlâ, o büyük âlimlerin çalışmalarına bol bol sevâb versin! Âmin. Kıyâmette Cehennem azâbından kurtulmak, onların bildirdiklerine inanmağa bağlıdır. Cehennem’den kurtulacak olanlar, yalnız bunların yolunda gidenlerdir. (Onların yolunda gidenlere “Sünnî” denir.) Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) ve Eshâbının “rıdvânullahi aleyhim ecmaîn” yolunda gidenler yalnız bunlardır. Kitâbdan ve sünnetten (ya’nî Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden) çıkarılan bilgiler içinde kıymetli, doğru olan, yalnız bu büyük âlimlerin, kitâbdan ve sünnetden anlayıp bildirdikleri bilgilerdir. Çünkü, her bid’at sâhibi, ya’nî her reformcu ve her sapık kimse, bozuk düşüncelerini, kısa aklı ile kitâbdan ve sünnetden çıkardığını söylüyor. Ehl-i sünnet âlimlerini gölgelemeğe, küçültmeğe kalkışıyor. Demek ki, kitâbdan ve sünnetden çıkarıldığı bildirilen her sözü, her yazıyı doğru sanmamalı, yaldızlı propagandalarına aldanmamalıdır...

İ’tikâdı düzeltdikten sonra, helâl, haram, farz, vâcib, sünnet, mendûb ve mekrûh olan şeyleri de fıkıh kitaplarından öğrenmek ve her işi bunlara göre yapmak da lâzımdır. Talebeden birkaçına emir buyurunuz da, Fârisî dilinde yazılmış fıkıh kitaplarından birini, toplandığınız zaman okusunlar. “Mecmû’a-i Hânî” ve “Umdet-ül-İslâm” adındaki kitapları okumak çok uygun olur.

Allah korusun, i’tikâd edilecek şeylerde bir sarsıntı olursa, kıyâmetde, Cehennem’den hiç kurtulmak olmaz. İ’tikâd doğru olup da, işlerde gevşeklik olursa, tövbe ile ve belki tövbesiz de af olunabilir. Eğer af olunmazsa, Cehennem’e girse bile, sonunda yine kurtulur. Görülüyor ki, işin aslı ve temeli, i’tikâdı düzeltmektir. Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr buyurdu ki: “Bütün iyi hâlleri ve buluşları bize verseler, fakat Ehl-i sünnet ve cemâat i’tikâdını kalbimize yerleşdirmeseler, hâlimi harab; istikbâlimi karanlık bilirim. Eğer, bütün harablıkları, çirkinlikleri verseler ve kalbimizi Ehl-i sünnet i’tikâdı ile süsleseler, hiç üzülmem.” Allahü teâlâ, bizi ve sizi, Ehl-i sünnet i’tikâdından ayırmasın! İnsanların efendisi hürmetine (sallallahü aleyhi ve sellem) duamızı kabul buyursun! Âmîn.

Lâhor’dan gelen bir talebe, Şeyh Ciyûn’un eski Nahhâs Câmii’nde Cuma namazı kıldığını söyledi. Meyan Refi’uddîn onun iltifâtına kavuşduktan sonra, Kâdı Şeyh Ciyûn’un kendi bahçesinde bir câmi yaptırdığını söyledi. Böyle haberleri işittiğimiz için, Allahü teâlâya hamd olsun! Allahü teâlâ böyle iyi işleri arttırsın! Böyle haberleri işitince, çok, hem de pekçok sevinmekteyiz.

Muhterem Seyyid hazretleri! Bugün, müslümanlar kimsesiz kaldı. İslâmiyete yardım için, bugün az birşey vermek, binlerce altın vermiş gibi kıymetli olur. Hangi tâlihli kimseye bu büyük ni’meti ihsân ederlerse, ona müjdeler olsun! Dînin yayılmasına, İslâmiyetin kuvvetlendirilmesine çalışmak, her zaman iyidir ve kim olursa olsun böyle çalışan, cihâd sevâbına kavuşur. Fakat, İslâm düşmanlarının her yandan saldırdığı bu zamanda, Ehl-i beyt-i nebevîden olan siz kahramanların yardım etmesi, elbette daha iyi, daha güzel olur. Çünkü Allahü teâlâ, İslâmiyet gibi en büyük ni’metini, kullarına, sizin yüksek ceddîniz ile gönderdi. Sizin yardımınız, kendi yaptığı şeye yardım etmek olur. Başkalarının yardımı ise böyle olmaz, Resûlullaha (sallallahü aleyhi ve sellem) tam vâris olabilmek, bu büyük işi yapmakla olur. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Eshâbına karşı buyurdu ki: “Siz, öyle bir zamanda geldiniz ki, Allahü teâlânın emirlerinin ve yasaklarının onda birini yapmaz iseniz, helâk olur, Cehennem’e gidersiniz. Sizden sonra öyle Müslümanlar gelecek ki, Allahü teâlânın emirlerinin ve yasaklarının onda birini yapabilseler Cehennem’den kurtulurlar.” işte bizim zamanımız, o zamandır ve müjdelenenler de, şimdiki Müslümanlardır. Fârisî beyt tercümesi:

Se’âdet topu, ortaya kondu.

Topu kapan yok, erlere noldu?

Bu yakınlarda, mel’ûn Guvendval kâfirinin öldürülmesi çok güzel oldu. Onun ölümü, Hindûların burunlarının kırılmasına sebeb oldu. Ne niyetle olursa olsun, niçin öldürüldü ise öldürülsün. İslâma saldıranların alçalması, Müslümanlar için bir kazançdır. O kâfir öldürülmeden önce rüyâda, devlet reîsimizin, kâfirlerin liderlerinin başını kesdiğini görmüşdüm. Doğrusu, o kâfir, düşmanların önderi ve kâfirlerin şefleri idi. Allahü teâlâ, o alçakları yardımsız bıraksın!

İslâmiyetin ve Müslümanların yükselmesi, kâfirlerin ve kâfirliğin kıymetden düşmesine, aşağı olmasına bağlıdır. Allahü teâlâ, zımmîlerden cizye almağı emreyledi. Onlardan bu vergiyi almak, onları aşağı kılmak içindir. Kâfirler ne kadar yükselirse, Müslümanlar da o kadar alçalır. Bu inceliği iyi anlamalıdır. Çok kimse, bu bağlılığı anlayamıyor. Bu yüzden dinlerini yıkıyorlar. Allahü teâlâ, Tövbe sûresinin, 73. âyetinde meâlen; “Ey sevgili Peygamberim (sallallahü aleyhi ve sellem)! Kâfirlerle ve münâfıklarla cihâd et, döğüş! Onlara sert davran!” buyurdu. Kâfirlerle döğüşmek, onlara sert davranmak, dinde zarurî lâzımdır. Ya’nî îmânın şartıdır. (Fakat, cihâdı hükümet yapar. Devletin ordusu yapar. Müslümanların cihâdı, asker olarak hükümetin verdiği vazîfeyi yapmakdır.)

İslâmiyetin emirlerini bildirmek için, hârika işler yapmak, kerâmet sâhibi olmak şart değildir. Bilenlerin, bilmeyenlere öğretmeleri lâzımdır. Elimde gücüm, kuvvetim yokdu da, İslâmiyetin yasak etdiği şeylerin kötülüklerini söyliyemedim diyerek, özür ve bahâne ileri sürmek, kıyâmetde insanı azâbdan kurtaramayacakdır. İnsanların en iyileri olan peygamberler (aleyhimüsselâm), İslâmiyetin emirlerini, yasaklarını bildirirlerdi. Ümmetleri mucize isteyince; “Mucizeleri Allahü teâlâ yaratır. Bizim vazîfemiz O’nun emirlerini bildirmekdir” buyururlardı. Allahü teâlâ, dilerse ümmetlere merhamet ederek, inanmaları, saâdete kavuşmaları için, o anda mucize yaratırdı. Her ne olursa olsun, İslâmiyeti bildirmek, gençlere öğretmek, fâidelerini açıklamak, düşmanların yalanlarını, iftirâlarını cevaplandırmak elbette lâzımdır. Bilenler, bildirmezlerse, cezadan, azâbdan kurtulamayacaklardır. Bu vazîfeyi yaparken, fitne çıkarmamağa dikkat etmelidir. Dikkatle çalışırken, kendine bir sıkıntı gelirse, bunu ni’met bilmelidir. Peygamberler (aleyhisselâm), Allahü teâlânın emirlerini bildirirken, görmedikleri sıkıntılar, çekmedikleri işkenceler kalmadı. Onların en üstünü Resûlullah efendimiz buyurdu ki: “Hiçbir peygambere, benim çekdiğim eziyet çektirilmedi.” Fârisî beyt tercümesi:

Ömür geçdi, derdimi anlatmak bitmedi,

Bitireyim artık, gece devam etmedi.

Vesselâm.

 

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât’ının birinci cildinden özet olarak seçmeler:

“Edebi gözetmek, zikrden üstündür. Edebi gözetmeyen, hakka kavuşamaz.”

“Ehlin gönlü için (ailenin gönlünü almak için) günah işlemek ahmaklıktır.”

“Eshâb-ı Kirâm sohbet ile yükseldi. Eshâb-ı Kirâm, dîni bildirenlerdir.”

“Eshâb-ı Kirâma dil uzatan dîni yıkar. Eshâb-ı Kirâmın îmânda ayrılıkları yoktur.”

“Eshâb-ı Kirâmın hepsi, evliyânın hepsinden üstündür.”

“Farzı bırakıp, nâfile ibâdetleri yapmak boşuna vakit geçirmektir.”

“Felâsifenin (filozoflar) kısa görüşleri, yalnız madde âlemini görmektedir.”

“Gınâ sahiblerinin ya’nî zenginlerin, alçak gönüllü olması güzeldir. Fakirlerin ise onurlu olması lâzımdır.”

“Haram sebeple elde edilen herşey de haramdır.”

“Havf (korku), gençlikte; recâ (ümîd), ihtiyarlıkta olmalıdır.”

“Hayr, Allahü teâlâdan gelendedir.”

“Her sabah ve akşam yüz kerre; “Sübhânellahi ve bi-hamdihi” demelidir.”

“Her ne ki kalbin huzûruna yardım ede, mübârektir.”

“Her hatıra geleni yapmağa kalkışmamalıdır.”

“Herşeye kalbi bağlamaktan kurtulmadıkça, Hak teâlâya bağlanılanılamaz.”

“İbâdet-i gayrdan (başkasına tapınmaktan) kurtulmak için, Allahü teâlâdan başka birşey istememelidir.”

“İbâdetin hâlis olması için mâsivâya köle olmakdan kurtulmalıdır.”

“İhlâs ile yapılan bir iş, senelerce yapılan ibâdetlerin kazancını hâsıl eder.”

“İctihâd ve kıyas; âyetlerin ve hadîslerin manâlarını açığa çıkarmaktır.”

“İnsana lâzım olan önce Ehl-i sünnete uygun inanmak, sonra Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymak, daha sonra tasavvuf yolunda ilerlemektir.”

“İslâmın temeli; Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine inanmak ve yapmaktır.”

“Kalbe gelen lekeleri temizlemek için; tövbe, istiğfar, pişmanlık ve ilticâ (sığınma, yalvarma) etmelidir.”

“Kalbin tasfiyesi (temizlenmesi); İslâmiyete uymakla, sünnetlere yapışmakla, bid’atlerden kaçmakla ve nefse tatlı gelen şeylerden sakınmakla olur. Zikr ve rehberi (doğru yolu gösteren âlimi) sevmek bunu kolaylaştırır.”

“Kalbin birçok şeyleri sevmesinin sebebi, hep o birşey içindir. O da nefsdir.”

“Kâfirlere kıymet vermek müslümanlığı aşağılamak olur.”

“Kelâm-ı ilâhi’nin tefsîri; nakil ile işitmekle olur.”

“Kelime-i tevhîd; putlara ibâdeti bırakıp, Hak teâlâya ibâdet etmek demektir.”

“Küfür, nefs-i emmârenin isteklerinden hâsıl olur.”

“Malı zarardan korumanın ilâcı, zekât vermektir.”

“Maraz-ı kalbî (kalbin hasta olması), Allahü teâlânın emirlerine ve yasaklarına kalbin inanmaması demektir.”

“Maraz-ı kalbî, kalbin mâsivâya (Allahü teâlâdan başka şeylere) bağlanmasıdır.”

“Maraz-ı kalbîye tutulmuş olanların hiçbir ibâdeti ve tâati fâideli olmaz.”

“Mâsivâ, mahlûklar demektir. Akla hayâle gelen, düşünülen, görülen herşey mâsivâdır.”

“Mekruhtan sakınmak ve bir edebi gözetmek; zikrden, fikirden ve murâkabeden daha fâidelidir.”

“Meyyite (ölüye); dua, Fâtiha, sadaka ve istiğfar ile yardım etmelidir.”

“Minnet ve sıkıntıya katlanmak, muhabbet sahiblerine lâzımdır.”

“Mübâh olan şeyleri lâzım olunca kullanmalıdır. Mübâhları, kulluk vazîfesini yapmak için niyet ederek kullanmalıdır.”

“Mübâhları gelişi güzel kullanan, şüpheli şeyleri yapmağa başlar. Şüphelileri yapmak da harama yol açar.”

“Büyükleri sevmek saâdetin sermâyesidir. Muhabbete müdâhâne (gevşeklik) sığmaz.”

“Nefs bir merkez bir santraldir. Duygu organları onun âletleridir.”

“Nefs bir kötülük deposudur. Kendini iyi sanarak Cehl-i mürekkeb olmuştur.”

“Nefse, günahlardan kaçmak, ibâdet yapmaktan daha güç gelir. Onun için günahtan kaçmak daha sevâbtır.”

“Nefs-i emmâre, hiç kimsenin emri altına girmeyip, herkese emretmek ister.”

“Nefs-i emmâreyi yıpratmak, azgınlığını önlemek için dîne uymaktan başka çâre yoktur.”

“Namazda hâsıl olan lezzetlerde, nefsin nasîbi yoktur.”

“Namazın mi’râc olması bu ümmete mahsûstur.”

“Uyku zamanında yüz kere tesbih (sübhânellah demek), tahmîd (elhamdülillah demek) ve tekbîr (Allahü ekber demek) okumak, kendini hesaba çekmek sayılır.”

“Razzâk olan Hak teâlâ, rızıklara kefil olmuş, kullarını bu sıkıntıdan kurtarmıştır.”

“Se’âdet, ömrü uzun ve ibâdeti çok olanındır.”

“Saâdet-i ebediyyeye kavuşmak, peygamberlere uymağa bağlıdır.”

“Sohbeti ganimet bilmelidir. Sohbetin üstünlüğü, bütün üstünlüklerin ve kemâllerin üstüdür.”

“Sünnet ile bid’at arasında şüpheli olan bir işi terk etmelidir.”

“Sünnet ile bid’at birbirinin zıddıdır. Birini yapınca öteki yok olur.”

“İslâmiyete uymadan, azâbdan kurtulmak olmaz.”

“İslâmiyete uymak, nefsin isteklerini bırakmak demektir.”

“İslâmiyete uymayan kimse, Allahü teâlâya kavuşamaz.”

“İslâmiyete uygun olmayan sözler ve işler, insanı felâkete sürükler.”

“Şeytan, (Allahü teâlâ rahimdir af eder) diyerek insanı günah işlemeğe sürükler. Hâlbuki kıyâmet günü düşmanlara merhamet olunmayacaktır.”

“Şeytan, kötülükleri iyilik şeklinde gösterip insanları aldatır.”

“Şöhret, âfettir.”

“İstemek, kavuşmanın müjdecisidir. Yanıp yakılmak da kavuşmanın başlangıcıdır.”

“Taleb (istemek), büyük ni’mettir. Ni’meti elden kaçırmamak için, onun şükrünü yerine getirmek lâzımdır.”

“Tâlib olmayan kimse, tâlib olmayı istemelidir. Bu istek de büyük ni’mettir.”

“Tâlibin nefse uymaması lâzımdır. Bu da vera’ ve takvâ ile olur ki, haramlardan sakınmalıdır.”

“Tâlibin yalvarması ve çok sevmesi lâzımdır.”

“Tasdîk demek, kalbin şüphesiz inanmasıdır. Bilmek, anlamak demek değildir.”

“Tekmîl-i sınâ’at telâhuk-i efkâr iledir. Ya’nî san’atların, fenlerin gelişmesi, buluşların birbirine eklenmesi iledir.”

“Zâhid, dünyâya gönül bağlamadığı için, insanların en akıllısıdır.”

“Zekât niyeti ile bir kuruş vermek, dağlar kadar altını sadaka olarak vermekten kat kat daha sevâbdır.”

“Sâlih ameller İslâm’ın beş şartıdır. Sâlih amelleri yapmadan kalb selâmette olmaz.”

“Cennet ile Cehennem’den başka ebedî bir yer yoktur. Cennet’e girmek için îmân ve dînin emirlerine uymak lâzımdır.”

“Dünyâyı maksad edinmemeli. Dünyâ, nefsin arzularına yardımcıdır. Dünyâ ve âhıret bir arada olmaz. Dünyâya düşkün olmak, günahların başıdır. Dünyâya düşkün olanlar âhırette zarar görür. Dünyâya düşkün olmamanın ilâcı, İslâmiyete uymaktır.”

“Bu zamanda dünyâyı terk etmek çok zordur. Dünyâyı terk lâzımdır. Hakîkaten terk edemeyen, hükmen terk etmelidir ki, âhırette kurtulabilsin. Hükmen terk etmek de büyük ni’mettir. Bu da, yemekte, içmekte, giyinmekte, meskende, dînin hududundan dışarıya taşmamakla olur.”

“Dünyâyı terk etmek iki türlüdür; birincisi, mübahların, zarûret miktarından fazlasını terktir. Bu çok iyidir, ikincisi, haramları ve şüphelileri terkedip yalnız mübâhları kullanmaktır. Bu zamanda bu da iyidir.”

“Tesbih okumak (sübhânellah demek), tövbenin anahtarı ve hattâ özüdür.”

“Tövbe yapabilmek, Hak teâlânın büyük ni’metidir.”

“Ulemâ-i din (iyi din adamları, hakîki din âlimleri), dünyâ ni’metlerinden vazgeçmişlerdir. Dîni yaymaktan ve dîni kuvvetlendirmekten başka şey düşünmezler.”

“Ulemâ-i dünyâ (dünyâya düşkün olan kötü din adamları), dünyâ ve dünyâ ni’metleri arkasında koşarlar. Bunlarla arkadaşlık etmek zararlıdır. Kötülükleri herkese bulaşır.”

“Ulemâ-i sû’ (kötü din adamları) insanların doğru yoldan sapmalarına sebep olurlar.”

“Rüyâlar güvenilecek şey değildir. Uyanık iken ele geçen kıymetlidir.”

“Vakit çok kıymetlidir. Kıymetli şeyler için kullanmak lâzımdır. İşlerin en kıymetlisi sâhibine hizmet etmektir. (Ya’nî Allahü teâlâya ibâdet ve tâat etmektir.)”

“Gençlik zamanında dînin emirlerine uymak, dünyâ ve âhıret ni’metlerinin en üstünüdür.

“Annenin yavrusuna fâidesi olmadığı (annenin yavrusundan kaçacağı) kıyâmet günü için, hazırlık yapmayana yazıklar olsun!”

“Âyet-i kerîmede; “Vallâhu basîrun=Allah onların ne yaptıklarını görmektedir.” buyuruldu. Allahü teâlâ herşeyi gördüğü hâlde (insanlar) çirkin işleri yaparlar. Aşağı bir kimsenin bile bu işleri gördüğünü bilseler, vaz geçerler yapmazlar. Bunlar ya Hak teâlânın görmesine inanmıyorlar, Yâhud onun görmesine kıymet vermiyorlar, îmânı olana her ikisi de yakışmaz.”

“Velîlerin hiçbiri, peygamber mertebesine varamaz.”

“Velîlerin hiçbiri, Sahâbî mertebesine çıkamaz.”

İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki:

“Allahü teâlânın hayırlı işlerde kullandığı kimselere müjdeler olsun!”

“Her işi, dînini seven ve kayıran, doğru âlimlerin kitaplarından öğrenmelidir.”

“İyi kimselerle arkadaşlık kurmalı, kötü kimselerle arkadaşlıktan kaçınmalıdır.”

“Mâlâya’nî (boş şeyler) ile vakit geçirmek, Allahü teâlâdan uzaklaşmaya işârettir.”

“İhlâs ile yapılan küçük bir iş, senelerce yapılan ibâdetler gibi kazanç (sevâb) hâsıl eder.”

“Her ibâdeti seve seve yapmalı. Kul hakkına dokunmamağa, hakkı olanlara hakkını ödemeğe titizlikle çalışmalıdır.”

“Dünyânın vefasızlıkta eşi yoktur, dünyâyı isteyenler de alçaklıkta ve bahillikte (cimrilikte) meşhûrdur. Azîz ömrünü, bu vefâsızın ve değersizin peşinde harcayanlara yazıklar ve korkular olsun.”

“Gençlik çağının kıymetini biliniz! Bu kıymetli günlerinizde, İslâmiyet bilgilerini öğreniniz ve bu bilgilere uygun olarak yaşayınız! Kıymetli ömrünüzü faydasız, boş şeyler arkasında, oyunla ve eğlence ile geçirmemek için uyanık olunuz.”

“İnsanlar riyâzet deyince, açlık çekmeği ve oruç tutmağı anladılar. Hâlbuki, dînimizin emrettiği kadar yimek için dikkat etmek, binlerce sene nâfile oruç tutmaktan daha fâidelidir.”

“Bir kimsenin önüne lezzetli, tatlı yemekler konsa, iştihâsı olduğu hâlde ve hepsini yemek istediği hâlde, dînimizin emrettiği kadar yiyip, fazlasını bırakması, şiddetli bir riyâzettir ve diğer riyâzetlerden çok üstündür.”

“Bir farzı vaktinde yapmak, bin sene nâfile ibâdet yapmaktan daha çok fâidelidir.”

Fârisî beyt tercümesi:

“Allah’tan başka her neye tapınsan, hepsi hiçtir.
Yazıklar olsun ol kimseye ki, bir hiç iledir.”

“Ölüm gelmeden önce, yapacak işi bilmeli, yüzü ak olarak, Allahü teâlâyı özliyerek can vermelidir.”

“Sebeplere yapışmak Allahü teâlâya güvenmeğe mâni değildir. Sebepleri ve onlardaki tesîrleri de o yaratıyor.”

Fârisî beyt tercümesi:

“Ne varsa güzel, Allah sevgisinden başka.

Hepsi câna zehirdir, şeker dahî olsa.”

“Herşey, Allahü teâlânın varlığını ve sıfatlarını gösteren, birer işârettir.”

“Hayrı ve şerri yaratan Allahü teâlâdır. İyilik istiyenlerden râzıdır. Kötülük istiyenlerden râzı değildir.”

“Birkaç günlük zamanı büyük ni’met bilerek, Hak teâlânın beğendiği şeyleri yapmağa çalışmalıdır.”

“Allahü teâlânın kıymet verdiği ilmi, onun sevmediği yolda kullanmak, çok çirkin bir iştir.”

“Büyük ihsân ve iyilik, kerîmlere güç gelmez.”

“İnsan tedbir alır, sebeplere yapışır, takdîri bilmez. Allahü teâlânın takdîri, kulun tedbîri ile değişmez.”

Beyt:

“Yüzlerce dile mâlik olsa da vücûdum.

Lütfunun şükrünü, nasıl yapabilirim.”

“Gökler, yıldızlar, elementler, canlılar yok idi. Hepsi Allahü teâlânın yaratması ile var oldu.”

“Şefâatçi aramak tövbenin bir parçasıdır.”

Beyt:

“Kendinden haberi olmayan kimse

Nerede kaldı başka şeyleri bile.”

“Ölmek, felâket değildir, öldükten sonra, başına gelecekleri bilmemek felâkettir.”

“Sonsuz kurtuluşa kavuşmak için, üç şey muhakkak lâzımdır: İlim, amel, ihlâs.”

“Ölülere dua ve istiğfar etmekle ve onlar için sadaka vermekle, imdâtlarına yetişmek lâzımdır.”

“Dünyâyı ele geçirmek için âhıreti vermek ve insanlara yaranmak için Allahü teâlâyı bırakmak ahmaklıktır.

“Nefse kolay ve tatlı gelen şeyi seâdet zan etmemeli, nefse güç ve acı gelenleri de şekavet ve felâket sanmamalıdır.”

“Birkaç günlük zamanı büyük ni’met bilerek, Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmağa çalışmalıdır.”

“İbâdetlerin hepsini kendinde toplayan ve insanı Allahü teâlâya en çok yaklaştıran şey namazdır.”

“Câhillerin, büyüklere dil uzatmalarına sebeb olmayınız! Her işinizin İslâmiyete uygun olması için, Allahü teâlâya yalvarınız.”

Beyt:

“Haramdan sakın, farzı yapmaya bak

Farzı yapmazsan, olur hâlin harâb.”

“Geçici lezzetlere, çabuk biten, tükenen dünyâlıklara aldanmamalıdır.”

“İhsân sâhibinin kapısı çalınınca açılır.”

“Gönül dalgınlığının ilâcı: gönlünü Allahü teâlâya vermiş olanların sohbetidir.”

“Dünyâ hayatı pek kısadır. Bunu en lüzumlu şeyde kullanmak gerekir. Bu en lüzumlu şey de, kalbini toparlamış olanların yanında bulunmaktır. Hiçbirşey sohbet gibi fâideli değildir.”

 

Kaynaklar

1) Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbanî

2) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye; sh. 1023

3) Mebde’ ve Me’âd risâlesi; sh. 19

4) Zübdet-ül-makâmât; sh. 126 vd.

5) Hadarât-ül-kuds; sh. 30 vd.

6) Ümdet-ül-makâmât; sh. 98 vd.

7) Visâli Ahmedî (Bedreddîn Serhendî)

8) Makâmat-ı Ahmediyye (Ahmed Sa’îd Fârûkî)

9) Meslek-i İmâm-ı Rabbânî (Muhammed Sa’îd Nakşibendî)

10) Essebe-ül-esrâr fî medâric-ül-ahyâr (Muhammed Ma’sûm Ömerî)

11) Tezkire-i İmâm-ı Rabbânî (Muhammed Manzûr Nu’mânî)

12) Hazret-i Müceddid (Ebü’l-Hasen Zeyd Farûkî)

13) İmâm-ı Rabbânî (Muhammed Abdüşşükür)

14) Hazret-i Şeyh Ahmed Serhendî (Muhammed Eslem)

15) Hak Sözün Vesîkaları; sh. 306

16) Eshâb-ı Kirâm; sh. 147

17) Kıyâmet ve Âhıret; sh. 168, 186

18) Câmiu kerâmât-il-evliyâ; cild-1, sh. 334

19) Reşehât zeyli; sh. 19

20) Derer-ül-meknûnât (kenarı); sh. 52

21) Ahbâr-ül-ahyâr; sh. 330

22) Meslek-i Müceddid (Cemil Ahmed Şarkpûrî)

23) Makâmât-ı ahyar; sh. 26

24) İrgâm-ül-merîd; sh. 70

25) Hadâik-ül-verdiyye; sh. 178

26) Hadîkat-ül-evliyâ; sh. 97, 150

27) Esmâ-ül-müellifîn; cild-1, sh. 156

28) Mu’cem-ül-müellifîn; cild-1, sh. 259

29) El-A’lâm; cild-1, sh. 142

30) Rehber Ansiklopedisi; cild-8, sh. 138

 

Makaleyi paylaş

Submit to FacebookSubmit to Google PlusSubmit to TwitterSubmit to LinkedIn

otag1 otag2 Kayı 11 Kapak  otag iii