Arabistan Yarımadasında, Hicaz bölgesinde bulunan meşhur iki mübârek şehirden biri; İslâm Devletinin ilk başşehri. Hicaz’da bulunan ikinci mübârek şehir Mekke’dir. İkisine berâber “Haremeyn” ve “Hicaz”da denir. Son Peygamber hazret-i Muhammed Mekke’den çıkarak Medîne’ye hicret etmiş, burada ilk İslâm Devletini kurmuştur. Peygamberimizin kabr-i şerîfleri ve Mescid-i Nebî de bu şehirde bulunmaktadır. Bu sebeplerden dolayı Medîne-i münevvere yâni nurlanmış şehir ismiyle anılır. İlk halîfeler zamânında İslâm devletinin idâre merkeziydi.
Medîne yeryüzünün 25° 20’ kuzeyi ile 37° 03’ doğu meridyeni arasında olup, Mekke’nin dört yüz kilometre batısında ve Kızıldeniz’in yüz kilometre güneyinde bulunan çölün bittiği yerde, güneye doğru uzanan az dalgalı, bir ovanın eteğindedir. Medîne’nin kuzeyinde ve dört beş kilometre uzağında Uhud; doğusunda Taberiye; güney doğusunda Ayr Dağı bulunmaktadır.
Medîne; Hicaz’da, Akik, Batıhan, Mehzur, Müzeynip, Kanat gibi vâdilerin güzelliği, tatlı sulu kuyu kaynaklarının bolluğu ile tanınır. Medîne’nin suları, güneyden ve Harre mevkilerinden çıkar. Medîne’ye çok yağmur yağar yağmurların sellere sebebiyet verdiği çok olur. Medîne arâzisi çok verimli ve zirâata elverişlidir. Medîne’de lahana, karnıbahar, pırasa ve enginardan başka, her çeşit sebzeyle karpuz, kavun, şeftâli, incir, limon, turunç, acur, üzüm, elma, nar, muz ve hurmanın en iyileri yetişir. Hava raporlarına göre Medîne’nin en soğuk ayı aralık olup, bu ayda ısı ortalaması (10-11) derecedir. En sıcak ay ise, temmuz ayı olup bu ayda ısı ortalaması (32) derecedir.
Medîne’nin isimleri: Târihî kayıtlara göre Amâlika kavminden, Medîne’ye ilk önce gelip yerleşen kimsenin ismi Yesrib olduğundan, Medîne, o zamandan îtibâren bu isimle anılmıştır. Yesrib, lügatta “fesad, ayıplanmış, cimri” mânâlarına geldiğinden, peygamberimiz, halkın Medîne’ye Yesrib demelerini hoş görmemiş, O, “Medîne’dir.” demiştir. Peygamberimiz; “Medîne’ye bir defâ Yesrib diyen kimse, on defâ Medîne desin!”, “Medîne’ye Yesrib diyen kimse, Allah’tan af dilesin! O, Tâbe’dir.” Demiş ve “Allah’tan af dilesin!” sözünü de üç defâ tekrarlamıştır.
Medîne’nin; Tâbe, Tayyibe, Âsıme, Dârul-Îmân, Dârüs-Sünnet, Bârreh, Beytür-Resûl, Habîbe, Mahbûbe, Dârül-Ebrâr, Dârül-Hicre, Dârüs-Selâm, Dârül-Feth, Mehfûza, Harem-i Resûl, Medînet-ür-Resûl (Peygamber Şehri) gibi birçok isimleri vardır. İslâm târihi yazarlarından Semhûdî, Vefâ adıyla yazdığı kitabında; “İsim çokluğu, isim sâhibinin şerefliliğine delâlet eder.” dedikten sonra, çeşitli kaynaklara dayanarak, Medîne’nin doksan dört ismini sayar ve bunlar hakkında geniş açıklama yapar. Ayrıca, Medîne’nin Tevrât’ta kırk isminin bulunduğunu da bildirir.
Peygamberimiz, Tebük Gazâsından dönerken Medîne görününce; “İşte Tâbe!” demiş, Tâb ve Tayyibe isminin, Medîne’ye Allahü teâlâ tarafından verildiğini açıklamıştır. Peygamberimiz, İsrâ ve Mi’rac hâdisesini anlatırken de şöyle buyurmuştur: “Burak’a bindim. Yanımda Cebrâil de bulunuyordu, gittim. Cebrâil, in ve namaz kıl! dedi. Kıldım. Nerede namaz kıldın biliyor musun? Tayyibe’de kıldın ve oraya hicret edeceksin!” Medîne’nin haremliği ve dokunulmazlığı hakkında Peygamber efendimiz; “Her peygamber için, bir Harem, dokunulmaz bir yer vardır. İbrâhim aleyhisselâm Mekke’yi haremleştirdiği gibi, ben de Medîne’nin iki kara taşlığı (Ayr ve Sevr tepeleri) arasını haremleştirdim. Onun otları biçilmez, ağaçları kesilmez, orada çarpışmak için silâh taşınmaz. Orada kötü bir âdet çıkarana veya o âdeti çıkaranı evinde barındırana Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti olsun! Onun, ne tövbesi, ne de fidyesi kabûl olunur!” buyurmuşlardır. Medîne-i münevverede Mescid-i Nebevî; Mekke-i mükerremede Mescidil-Harâmdan sonra dünyânın en kıymetli yeridir. Mekke-i mükerreme ayrıca Müslüman devletin ilk başşehridir.
Medîne târihi
Tufan olayından sonra, hazret-i Nûh neslinden Amâlika kavmi; Hicaz’da, Mekke’de ve Medîne’de yerleşmişler, ilk önce ev bark yapmak, hurma yetiştirmek sûretiyle Medîne’yi de onlar kurmuş ve îmar etmişlerdir.
Buhtunnasar, Beytül-makdis’i (Kudüs’ü) yıkıp ahâlisini sürüp İsrâiloğullarını esir ettikten sonra, İsrâiloğullarından bir topluluk, Hicaz’a giderek Vâdilkurâ’da, Teymâ’da ve Medîne’de yerleştiler. O zaman, Medîne’de Amâlika’nın kalıntıları ile Cürhümîlerden bir kavim yaşamaktaydı. Bunlar, Medîne’de hurmalıklar ve tarlalar meydana getirmişlerdi. Yahûdîler de orada yerleşmeye ve gittikçe çoğalmaya başladılar. Yahûdîler, günden güne azalan Cürhümîlerle Amâlikalıları zamanla Medîne’den sürüp çıkardılar; onların mallarını, mülklerini ele geçirdiler.
Yemen’deki Me’rib Seddini (Barajını) ilk önce, fâreler oymaya başlamış, sonra da Allahü teâlâ, dehşetli bir sel gönderip bu seddi yıkmıştır. Kur’ân-ı kerîmde Sebe’ sûresinin 15-17. âyetleri bu seddin yıkılış sebebini îzâh etmektedir.
Evs ve Hazreclilerin ataları, Me’rib Seddi yıkılıp yurtları seller altında kaldıktan sonra Medîne’ye gelip yerleştiler. Medîne’ye gelen ve önceleri, Medîne’nin dış kısımlarında yerleşen Evs ve Hazrec kabîlelerinden Hazrec’in büyük babası Sa’lebe bin Amr, sayıca çoğalıp kuvvetlenince, Yahûdîleri Medîne’den çıkardı. Şehre kendi kavmini yerleştirdi. Bu defâ da Yahûdîler, Medîne’nin dış kısmında yaşadılar.
Evs ve Hazrec adlı bu iki büyük kabîle, Hârise bin Sa’lebe’nin oğulları idi. Annelerinin ismi Kayle olduğu için, Kayleoğulları diye de anılırlardı. Târihî silsile cetvelinde görüleceği üzere Medîne’de ikâmet eden Hazrecliler kavmi Resûlullah efendimize, dedesi cihetinden Abdülmuttalib’in annesi “Selmâ, Âmir bin Zeyd’in kızı olduğundan, Hazreclilerle Resûlullah efendimizin akrabâlıkları târihen sâbittir. Ayrıca, “Neccârîler” Peygamber efendimizin dayıları olmaları sebebiyle şerefleri daha fazladır. Peygamber efendimiz, babası hazret-i Abdullah cihetinden mekkeli ise de, annesi hazret-i Âmine tarafından Medînelidir. Bununla berâber gerek annesi hazret-i Âmine’nin nesebi, gerek babası hazret-i Abdullah’ın nesebi Kusay bin Kilâb’ta birleşmektedir. Ayrıca Peygamber efendimizin Medîne’ye hicret buyurduklarında evlerinde misâfir kaldıkları hazret-i Hâlid Ebû Eyyûbel Ensârî de Hazrec kabîlesinden olup, o da Resûlullah efendimizin akrabâsıdır.
Evs ve Hazrec kabîleleri, iki kardeşten üreyip, çoğalmış oldukları halde aralarında sık sık anlaşmazlıklar çıkar, kılıçlara sarılırlar, birbirleriyle çarpışırlardı. Yahûdîler de, bunları birbirine düşürmek için, aralarına fitne sokmaktan geri durmazlardı. Evs ve Hazrec kabîleleri arasındaki çarpışmaların sonuncusu Buâs çarpışması idi ki, hicretten beş altı yıl önce olmuştu. Hazret-i Âişe’nin buyurduğu gibi, hicret sırasında Evs ve Hazrec kabîlelerinin toplulukları dağılmış, en asil ve şerefli adamları öldürülmüş veya yaralanmış bulunuyordu.
Medînelilerden altı kişilik bir kâfile, Mekke’de Akabe denilen yerde Peygamberimizle buluşup Müslüman oldukları zaman, Peygamberimize şöyle demişlerdi: “Biz kavmimizi, hem birbirlerine karşı, hem de kavmimizden olmayan bir kavme (Yahûdîlere) karşı, aralarında düşmanlık ve kötülük olduğu halde, geride bırakmış bulunuyoruz. Umulur ki Allahü teâlâ, onları da senin sâyende bir araya toplar. Biz, hemen Medîne’ye dönüp onları da senin buyruğuna dâvet edecek, bu dinden kabul ettiğimiz şeyleri, onlara da anlatacağız. Eğer Allahü teâlâ, onları bu din üzerinde toplar, birleştirirse, senden daha aziz ve şerefli bir kimse olmaz!”
Bundan sonra Medînelilerden on iki kişilik ikinci kâfile, Mekke’ye gelip Akabe’de Peygamberimize îmânve bîat etti. Peygamberimiz, Mus’ab bin Umeyr’i, Kur’ân-ı kerîm ve din muallimi (öğretmeni) olmak üzere onlarla birlikte Medîne’ye gönderdi. Ayrıca Abdullah bin Ümmül Mektûm’u da gönderdi.
Nübüvvetin 13. yılında Akabe’de Peygamberimize îmân ve bîat eden Medîneliler 73 erkek ve 2 kadındı. Bu zamanda Medîne’de hemen hemen Peygamberimizin ismi anılmayan ev kalmamış gibiydi.
“Hiçbir şehir, kolay kolay fetholunmamıştır. Medîne ise, Kur’ânla kolayca fetholunmuştur” sözü bir vâkıayı, bir gerçeği ifâde etmektedir. Bununla berâber, hicret gerçekleşmeden önce Medîne’de Peygamberimize henüz îmân ve bîat etmemiş olanlar da vardı. Medîneli Müslümanlara “Ensâr” denir. Ensâr, Evs ve Hazrec kabîlelerine mensup Müslümanların herbirine verilen bir isimdir. Gaylan bin Cerir’in “Siz, öteden beri mi Ensâr ismiyle anılırdınız, yoksa bu ismi size Allahü teâlâ mı koydu?” sorusuna, Enes bin Mâlik; “Evet, bize bu ismi Allahü teâlâ koydu.” demiştir. Kur’ân-ı kerîmde Ensâr hakkında meâlen şöyle buyurulur: “Muhâcirlerle Ensârdan ilk önce, İslâmiyeti kabul ile başkalarını geçenler ve onlara ihsân ile tâbi olanlar var ya, Allah, onlardan râzı oldu. Onlar da Allah’tan râzı oldular. Onlar için, altından ırmaklar akan, içinde devamlı kalacakları Cennetler hazırladı. İşte bu, en büyük bir kurtuluştur.” (Tevbe sûresi: 100)
Hicret olayı ve Medîne
Peygamber efendimiz, Allahü teâlânın emri üzerine yol arkadaşı hazret-i Ebû Bekir ile Mîlâdî 622’de Mekke’den Medîne’ye hicret etmek üzere yola çıktılar. Rebî’ul-evvelin on ikinci Pazartesi günü, Medîne’de Kubâ köyüne geldiler. Peygamber efendimiz burada üç gün kaldılar ve Kubâ Mescidini yaptılar. Bu mescitte ilk Cumâ namazını kıldılar ve hutbe okudular. Bu mescid günümüze kadar gelmiştir. Hicrî 655, 671, 733, 840, 877, 881 yıllarında ve son olarak Hicrî 1244’te Osmanlı pâdişâhlarından İkinci Sultan Mahmud tarafından yıktırılıp yeniden yaptırılmıştır. Mihrap, kubbe, tak ve kuyu üzerindeki kitâbeler de o zaman yazdırılmıştır.
Peygamberimiz, Kubâ’dan Medîne’ye hareket etmek istediği zaman, dedesi Abdülmuttalib’in dayıları olan Neccaroğullarına haber gönderdi. Onlar da silâhlanıp geldiler. Peygamberimizle hazret-i Ebû Bekir’e selâm verdiler ve; “Emniyetiniz sağlanmıştır. Sizlere yardımcı olarak geldik, develerinize bininiz!” dediler.
Cumâ günü, güneş yükselince, Peygamberimiz, devesi Kusvâ’ya bindi. Hazret-i Ebû Bekir arkasında, Neccaroğullarının yiğitleri de sağ ve sollarında olduğu halde Kubâ’dan yola çıktılar.
Peygamberimiz, Kubâ’dan çıkıp Ensâr (Medîneli Müslümanlar) ın evlerinin önlerinden geçerken onlar, Kusvâ’nın önüne geriliyorlar: “Yâ Nebiyyallah! Yâ Resûlallah! bizde kuvvet, cemâat ve servet var! Bize buyur bize!” diyerek yardım ve himâye vâdinde bulunuyorlar. Peygamberimiz de gülümsüyor: “Allah, onları size hayırlı ve mübârek kılsın!” diyerek duâ ediyor ve; “Devenin yolunu açınız! Nereye çökeceği ona buyrulmuştur!” diyordu.
Peygamberimiz, Medîne’nin içine doğru ilerlediği zaman, Medîne sevinçten çalkalanıyordu. Erkekler, kadınlar, evlerin üzerlerine çıkmışlar; gençler ve hizmetçiler yollara dökülmüş, “Yâ Muhammed! Yâ Resûlallah! Yâ Muhammed! Yâ Resûlallah!” diyerek bağırıyorlardı. Çocuklar ve hizmetçiler yollarda ve damlarda, “Resûlullah geldi! Allahü ekber! Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) geldi!” diyorlardı.
Habeşîler de sevinçlerinden, harbelerle kılıç kalkan oyunları oynuyorlardı. Kadınlar ve çocuklar, bir ağızdan:
“Vedâ yokuşundan doğdu dolunay bize!
Allahü teâlâya yalvaran oldukça şükretmek gerekir hâlimize.
Ey bize gönderilen Peygamber!
Sen Boyun eğmemiz gereken bir emir ile geldin bize!”
diye şiirler okuyorlardı. Bu günün kıymetini anlatmak bakımından Enes bin Mâlik; “Ben, Resûlullah’ın Medîne’ye girdiği günden daha güzel, daha parlak bir gün görmedim!” demiştir. Peygamberimiz, hazret-i Ebû Eyyûbel Ensârî’nin evinde altı ay kaldılar. (Bkz. Hicret)
Peygamberimizin Medîne’de icraatları
Peygamberimiz Medîne’de önce “Mescid-i Nebevî”yi yapmıştır. Bu mescid, dörtgen şeklinde yükseltilen dört duvarla bir mihrap ve üç kapıdan ibâretti. Peygamberimizin âileleri için mescidin yanına kerpiçten iki oda yapıldı ve bu odaların üzerleri hurma kütüğü ve dallarıyla tavanlandı. Âişe’nin (radıyallahü anhâ) odasının kapısı mescide giden yola doğru idi. Peygamberimiz, başka hanımlar ile evlenince oda sayısı arttırıldı. Peygamberimizin odasının örtüsü, servi ve ardıç kütüğü üzerine gerilmiş bir kıl dokumadan ibâretti. Oturduğu sedir, kuru ağaçlar, hurma lifi ile birbirlerine sıkıca bağlanmak sûretiyle yapılmıştır. Bütün eşyâsı çok sâdeydi. Gösterişten uzaktı.
Mescidin kuzey duvarında, hurma dalları ile bir gölgelik ve sundurma da yapılmıştı ki, buna Suffa denirdi. Burada “Ehl-i Suffa”, yâni Medîne’de kavim ve kabîleleri, evleri barkları bulunmayan, mescidin sofasında yatıp kalkan fakir sahâbiler kalırlardı. Ehl-i Suffa, geceleri namazla, Kur’ân-ı kerîm okumakla ve ders görüp ilim öğrenmekle geçirirler, gündüzleri de su taşır, odun toplayıp satarlar ve bunun parası ile yiyecek alırlardı. Suffa, ilim öğrenme yeriydi. Peygamber efendimiz mescidde vaaz eder, namazı Ehl-i Suffa ile kılardı. Kur’ân-ı kerîm öğreten hâfızlar, Ehl-i Suffa’ya Kur’ân-ı kerîmi tecvit ile kırâat ve tâlim ettirirlerdi. Burası sonradan medreselere model, olmuştur. Ehl-i Suffa’dan Ebû Hüreyre ve Selmân-ı Fârisî gibi yüksek ilim sâhibi sahâbîler yetişmiştir.
Peygamberimiz, Medîne’de Müslümanlar arasında selâmlaşmayı, aralarında müsâfehalaşmayı teşvik etmiş, Mekkeli Muhâcirlerle Medîneli Müslümanlar (Ensâr) arasında kardeşlik bağları kurmuştur. Peygamberimizin ikişer ikişer birbirleriyle kardeş yaptığı Müslümanların sayısı, ellisi Muhâcirlerden, ellisi Ensârdan olmak üzere yüz kişiydi. Bunların arasında kurulan kardeşlik, maddî mânevîyardımlaşma ve birbirlerine çoluk çocuklarından önce vâris olma esâsına dayanıyordu. Sonradan gelen bir âyetle bu şekilde vâris olma durumu ortadan kaldırılmıştır. Bunun sebebi, yurttan, yuvadan, kavim ve kabîleden ayrı düşmenin Muhâcirlere verdiği garipliği, mahzunluğu gidermek; Mekkelileri Medîne’ye ve Medînelilere ısındırmak, kendilerine destek ve kuvvet kazandırmak gâyesini güdüyordu. Muhâcirlerle Ensâr arasında sıkı bağlarla kurulmuş olan bu kardeşlik daha sonra, gelişmiş, kaynaşmış ve ilk İslâm devletinin temellerinin atılmasına sebep olmuştur. Netîce olarak da, bundan sonra Peygamber efendimiz Medîne İslâm Devletini kurmuştur. Peygamberimiz, Medîne İslâm Devleti içindünyâda ilk defâ olmak üzere elli beş maddelik bir Anayasa hazırlamıştır. Yabancı devletlere elçiler gönderip onları Müslüman olmağa dâvet etmiştir. Bu Anayasa, Medîne’nin bütünleşmesini temin etmişve Peygamberimizin son zamanlarında bütün Arabistan’ı kuşatan bir yayılmaya zemin hazırlamıştır.
Peygamberimiz Medîne’de ayrıca çarşı pazar işlerini düzene koymuş, ticârî hayâtı Yahûdîlerin tekelinden alarak, Medîneli Müslümanların zenginleşmesine yardımcı olmuştur. Alım-satımda fâizi önlemiş, ticâretin bereketli olmasını sağlamıştır. Medîne’de, Müslümanların ilim öğrenmelerini emretmiş, ilim öğrenenlerden en ehliyetlilerini devlet işlerinde çalıştırmıştır. Medîne’de zirâatı geliştirmiş, hastalıkların önlenmesine çalışmıştır. Medîne ve civârında bulunan Yahûdîleri İslâmiyete dâvet etmiş, bunlardan bâzıları İslâmiyetle şereflenmiştir. Çokları da inatlarından ve fesatlıklarından Müslüman olmamışlardır.
Medîne’de, Peygamberimizin hicretinden sonra bir şehir devleti kurulacak çapta siyâsî ve dînî gelişmeler, Mekkeliler tarafından dikkatle tâkip ediliyordu. Gelişmelere mâni olmak maksadıyla Mekkeliler, Medîneli Müslümanlara tehdit dolu ültimatom gönderiyorlardı. Bu arada hicret dolayısıyle Medîne’ye göç eden Müslümanların geride kalan mallarına da Mekkeliler el koymuşlar, göç etmeyenlere de İslâmiyeti kabul ettiklerinden dolayı çok çeşitli işkenceler yapmışlardı. Bütün bunlarda ulaşılmak istenen hedef İslâmiyetin yayılmasını engellemekti.
Mekkelilerin bu davranışlarına karşı Peygamber efendimiz bâzı tedbirlere başvurdu. Aynı zamanda hasım tarafı iktisâden güçsüz düşürmek için, Medîne havâlisinden, Mekkelilere âit kervanların geçmesini yasakladı. Zîrâ Mekkeliler, Suriye ve Mısır’a gitmek istedikleri takdirde, Medîne yakınlarından geçmek mecbûriyetindeydiler. Nihâyet Mekkeliler bu yasağa uymayıp yasak edilen yerden geçmek istediklerinde Medîne’den, Mekkelilere âit kervanlara zarar vermek, onları müşkülâta uğratmak üzere askerî müfrezeler gönderilmeye başlandı. Bu duruma Mekkelilerin tepkisi, kuvvet kullanarak kervan yolunu açık tutmak isteyişleri olmuştur. Taraflar arasında bu mücâdele zamanla harplere dönüşmüştür.
Hicretten sonra 624 yılında Bedir Muhârebesi oldu. 627’de Uhud, yine 627’de Hendek Muhârebeleri yapıldı. Hendek Muhârebesinde Selmân-ı Fârisî’nin tavsiyesiyle şehrin etrâfına hendek kazıldı. 628’de yapılan Hudeybiye Muâhedesiyle Medîne’nin önemi arttı. 630’da Mekke kan dökülmeden fetholundu. Huneyn ve Tebük seferleri yapıldı.
Peygamberimizin vefâtından sonra sırasıyla hazret-i Ebû Bekir, hazret-i Ömer, hazret-i Osman ve hazret-i Ali Müslümanların başına halîfe seçildiler. Bu halîfelerden ilk üçü zamânında Medîne şehri devlet merkezi olarak kaldı. Hazret-i Ali zamânında devlet merkezi Kûfe’ye taşındı. Bu târihten sonra sâkin bir hayat geçirmek isteyenler, kutsal hâtıralarla dolu olan bu şehre gelip yerleştiler. Medîne, bundan sonra da bâzı olaylara şâhit oldu. Halîfe Yezîd zamanında Medîne halkı isyân etti (M. 683), fakat halîfenin orduları, Harra Savaşında onları yendi. Emevîlerin son zamanlarında Hâricîler, Kubayd yakınında Medînelileri yendiler. Fakat Emevî halîfelerinden İkinci Mervan, bunların isyânını bastırdı. Hâricîlerin elebaşlarını cezâlandırdı (M. 745). Abbasîler zamânında da sözde hazret-i Ali taraftarı görünen bâzı kimseler (M. 762’de) iktidarı (hilâfeti) ele geçirmek için teşebbüste bulundular, fakat sonuç alınamadı. Hazret-i Ali’nin torun ve akrabâlarının bunlarla ilgisi yoktu. Mısır’daki Abbâsi halîfesi Vâsık’ın halîfeliği zamânında, Süleym ve Benî Hilâl kabîlelerinin saldırıları, şehir halkına (Medînelilere) çok zarar verdi. Fâtımîler, Mısır’a hâkim olunca Hicaz’ın kutsal olan Mekke ve Medîne şehirlerini tehdide başladılar. Büveyhoğullarından Adudüddevle, Medîne’nin iç kısmını tehlikelerden emin olmak için bir surla çevirtti (M. 974). Medînelilerin büyük bir kısmı sur dışında oturduğundan, göçebelerin saldırılarına uğruyordu. Suriye Atabeki Nûreddîn Mahmûd bin Zengi, şehrin daha büyük bir kısmını içine alan, kapı ve burçları bulunan ikinci bir sur yaptırdı (1162). Medîne’nin etrâfını kuşatan ve 35-40 ayak yükseklikte olan bugünkü suru yaptıran da Osmanlı Devleti Sultanlarından Kânûnî Sultan Süleymân Handır. Sultan Abdülazîz Han ise, sur yüksekliğini yirmi beş metreye çıkartmıştır.
Osmanlı Devleti, Mısır’ı aldığı sırada, Memlûklerin nüfûzu altında bulunan Hicaz emîri Şerif Ebü’l-Berekât, oğlu Ebû Numey’i göndererek Yavuz Sultan Selim’e bağlılığını bildirdi. Bu sûretle Medîne Türk hâkimiyeti altına girdi (1517). Yavuz Sultan Selim Han 1517’de Hicâz’ı fethettiği zaman hutbede kendi ismini “Hâkim-ül Haremeyn” olarak okuyan hatîbe îtirâz etmiş, “Biz bu mübârek şehirlerin hâkimi olamayız! Ancak hâdimi, yâni hizmetçisi oluruz” demiş, Kâbe’nin içini süpürmeye mahsus olan süpürgelerden birisi getirildikte, süpürgeyi bir taç gibi kaldırarak başına koymuştur. Kendinden sonra gelen sultanların taçlarına koydukları süpürge işâreti buradan gelmektedir. O zaman Mekke ve Medîne’nin güvenliği için, her yıl sıra ile Mısır’daki yedi ocaktan Pâdişâhın buyruğuyla Mekke ve Medîne’ye koruma ve kollama görevlisi olarak muhâfız askerler gönderilir, bu iki şehrin kâdıları tâyin edilirdi.
Osmanlılar zamânında şehirde on mescid, on yedi medrese, bir orta, bir ilk mektep, on iki kütüphâne, sekiz tekke, 932 dükkân ve mağaza, dört han, iki hamam, yüz sekiz misâfirhâne vardı. Nüfusu da yirmi bin kadardı. Son asırlardaki Osmanlı Sultanlarından, Sultan İkinci Mahmud-ı Adlî, Sultan Abdülmecîd, Sultan Abdülazîz ve Sultan İkinci Abdülhamîd Han zamanlarında sayılamayacak kadar kıymetli hizmetler bu şehrin halkına ve bilhassa Mescid-i Nebî ve Harem-i Şerîfe yapılmıştır.
Sultan İkinci Mahmûd Han, yıkılan ve harâb edilen bütün İslâmî eserleri yeniden inşâ ve ihyâ eyledi. Hücre-i Saâdete hediyye ettiği şamdanla birlikte gönderdiği şiiri kendisinin ve bütün Osmanlı Sultanlarının Resûlullah’a olan hürmet ve sevgisinin bir vesîkasıdır. Bu şiir:
Şamdan ihdâya eyledim cüret yâ Resûlallah!
Murâdımdır -Ulyâya hizmet, yâ Resûlallah!
Değildir ravdaya şâyeste, destâviz-i nâçizim,
Kabûlünde kıl ihsân ve inâyet, yâ Resûlallah!
Kimim var hazretinden gayri hâlimi eyleyem i’lâm,
Cenâbındandır ihsân ve mürüvvet, yâ Resûlallah!
Dahilek-el-emân, sad-el-emân, dergâhına düştüm,
Terahhüm kıl, bana eyle şefâat yâ Resûlallah!
Dû-âlemde kıl istishâb Hân-ı Mahmûd-i Adlîyi,
Senindir evvel ve âhırda devlet yâ Resûlallah!
Kendisinden sonra oğulları Abdülmecîd ve Abdülazîz Hanlar da, yapılan hizmetleri tezyin için şaşılacak bir himmet ve gayret göstermiştir. Yaptıkları hizmetleri şan ve şöhret için değil, bu beldelerin hâdimi (hizmetçisi) olarak yaptıklarını da ayrıca tekrar tekrar zikretmişlerdir.
Abdülmecîd Han, Medîne’deki Ayn-ı Zerka adındaki çeşmeyi tâmir edip genişletti. Sultan Abdülazîz Han da Medîne çevresindeki sur duvarlarını sağlamlaştırdı. Ayrıca büyük bir tophâne, hükûmet konağı, hapishâne ve bir de cephânelik (silah deposu) yaptırdı.
İkinci Abdülhamîd Hanın yaptıkları daha öncekilerin yaptıklarını geride bıraktı. Medîne-i münevvereye 1900’de telgraf hattı döşetti. 1902’de Hamidiye-Hicaz demiryolu Zerka’ya kadar işletildi. Mescid-i Nebevî’yi ve Mekke’de bulunan Mescid-i Haram’ı gözleri kamaştıracak derecede tâmir ve tezyin ettirdi. Peygamberimizin ilk hanımı Hadîcetül-Kübrâ’nın türbesini, Fâtımatüz-Zehrâ’nın doğum yerlerini de târifsiz güzellikte ihyâ ettirdi. Minâ şehrini su şebekeleriyle donattı. Eshâb-ı kirâmın, Seyyid Ahmed Rufâî hazretlerinin ve birçok velînin kabir ve türbelerini de tâmir ve ihyâ ettirdi. Daha sayılamıyacak hizmetleri târihe mâl oldu.
Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevvere, Osmanlılar tarafından adâlet ve hürmetle idâre edilip, milyonlar sarfedilerek, mukaddes makamlar Vehhâbilerin yıkımından sonra tekrar tâmir ve tezyin edildi. Haremeynin mübârek ahâlisi, rahat ve refah içinde yaşadı. Bu saâdet zamanı Birinci Cihân Harbine kadar devam etti. Birinci Cihan Harbi, (1914-1918) sonunda, İslâm birliğini parçalamak arzusuna kavuşan düşmanlar, Mekke emiri olan Şerîf Hüseyin bin Ali’yi ve Ehl-i sünnetten ileri gelenleri, Hicaz’dan çıkardılar. Suûdoğullarını Mekke’ye getirerek, bunları Hicâz ülkesine emir ve hâkim yaptılar.
Medîne, mukaddes bir şehirdir. Çünkü burada bulunan Peygamberimizin kabri “Ravda-i Mutahhera” yeryüzünün en kıymetli üç yerinden biridir. Diğerleri Kâbe ve Mekke şehridir. Bu sebeple Hacca giden Müslümanlar, bu mübârek şehirde bulunan yerleri ziyâret etmeyi vazîfe bilirler. Nitekim Peygamberimiz; “Beni ziyâret için gelip, başka bir iş yapmayarak, yalnız ziyâret edene, kıyâmette şefâat etmek, bende hakkı olur.” “Bana selâm verene, ben de selâm veririm.” buyurmaktadır.
Bugünkü Medîne
Medîne, “şehir, medenî yer” demektir. Medîne sokakları temizdir. Evlerin ekserisi sağlam binâ edilmiştir. Çoğunun etrâfında bahçeleri vardır. Şehrin doğusunda Bakî Kabristanı yer alır. Burada sevgili Peygamberimizin yakınlarından birçok sahâbî, hazret-i Osman-ı Zinnûreyn, hazret-i Hasan ve daha pekçok Eshâb-ı kirâmın kabirleri bulunur. Medîne şehri otuz metre yüksek bir duvarla çevrilidir. Bunun kırk kulesi, dört kapısı vardır. Harem-i şerîfin boyu yüz altmış beş, eni yüz otuz adımdır. Harem-i şerîfin güneybatı köşesinde mermerler ve altın yazılarla süslü “Bâbüsselâm” kapısı vardır. Harem-i şerîfin içinde güney doğu köşesinde “Hücre-i Nebevî” bulunur. Kıble duvarı önünde, kıbleye karşı duran kimsenin sağ tarafında Bâbüsselâm, sol tarafında da Hücre-i Seâdet yer alır. Bunun her yeri kıymetli zînetlerle süslüdür. Medîne evleri, Mekke evleri gibi kargir olup, çoğu dört beş katlıdır. Güneyde, şehre 5 km mesâfede (Kubâ) köyü bulunur. Sultan Süleymân Han, Kubâ’dan şehre su yolu yaptırmıştır. Uhud Dağı şehre iki saat mesâfede ve kuzeydedir.
Medîne-i münevverede ve civârında bulunan mübârek yerlerden bâzıları şunlardır:
Mescid-i Nebevî
Peygamberimiz hazret-i Muhammed’in yaptırıp namaz kıldırdığı ve o zamandan beri namaz kılma ve ziyâret yeri, Kâbe ve Mescid-i haramdan sonra en kıymetli mesciddir.
Ravda-i Mutahhera (Cennet Bahçesi)
Mescid-i Nebevî içerisinde, peygamberimizin kabr-i şerîfi ile câminin o zamanki minberi arasındaki yerdir. Ravda-i Mutahhera’nın sütunları beyaz olup mescidin diğer kısımlarının (Mescid-i Nebî’ye sonradan ilâve edilen) sütunları değişik renktedir. Burası Cennet bahçelerinden bir bahçedir.
Ehl-i Suffe yeri
Peygamberimizin mübârek arkadaşlarından olup vakitlerini ilim ve ibâdetle geçiren kimsesiz Müslümanların Mescid-i Nebevî’deki yeridir. Önce Mescid-i Nebevî’ye bitişik idi. Mescid-i Nebevî genişletilirken burası Mescid-i Nebevî’ye dâhil edilmiştir.
Fedek
Hayber yakınlarında hurmalığı çok ve meşhur olan yerdir.
Cennet-ül Bakî
İçerisinde sahâbe-i kirâmın kabr-i şerîflerinin bulunduğu Medîne mezarlığıdır. Bu kabristandaki türbeler ve mezar taşları Vehhâbîler tarafından yıktırılmıştır. Şimdi bu mezarlık bir tarla gibidir.
Uhud Şehitliği
Uhud Dağı eteğinde, Uhud Savaşında şehit olan başta hazret-i Hamza ve diğer sahâbe-i kirâmın kabir ve türbelerinin bulunduğu yerdi. Türbe ve mezarlar Vehhâbîler tarafından yıkıldığı için şimdi yalnız hazret-i Hamza’nın mezar yeri türbesi yıkılmış hâlde mevcuttur.
Kubâ Mescidi
Medîne’ye yaya bir saat uzaklıktaki Kubâ köyündedir. Bu mescid Peygamberimizin Mekke’den Medîne’ye hicretleri sıralarında yapılmıştır. Kâbe, Mescid-i Haram, Mescid-i Nebî, Mescid-i Aksâ’dan sonra câmilerin en fazîletlisidir.
Medîne-i münevverenin fazîleti hakkında hadîs-i şerîflerin bâzıları şunlardır:
“Beyt-i şerîfi (Kâ’beyi) ziyâret edip de beni ziyâret etmeyen bana cefâ etmiş olur.” “Her kim benim mescidimde (Medîne-i münevvere mescidi) hiçbir vakit kaçırmayarak kırk vakit namaz kılarsa, onun için Cehennemden âzâd olmak ve azâb ve nifaktan kurtulma berâtı yazılıdır.”
“Bir kimse Haremeyn (Mekke ve Medîne) ahâlisine ezâ ederse Cenâb-ı Hak onu suyun tuzu erittiği gibi mahveder.”
“Sizden biriniz Medîne’de vefât etmeye gücü yetiyorsa, orada vefât etsin! Çünkü ben Medîne’de vefât edenlere kıyâmet gününde şefâat ederim.”
“Medîne’ye Mesih Deccâl’ın (değil kendisi) kokusu (bile) giremeyecektir. O fitne günlerinde Medine’nin yedi kapısı olacak her kapıda (muhâfız) iki melek bulunacaktır.”
“Mescidimde kılınan bir namaz, Mescid-i Haram hâriç, başka mescitlerde kılınan bin namazdan hayırlıdır. Mescid-i Haram’da kılınan bir namaz da, sâir mescitlerde kılınan yüz bin namazdan efdaldir.”