Bir ülkedeki insanlar arasında milliyet esâsına dayanan birlik ve dayanışma şuuru. Milliyetçilik, bir milletin sosyal, ekonomik, kültürel ve siyâsî bağımsızlığına sâhip olması ideali, milletini bir bütün hâlinde mutlu kılmak arzusudur. Bunun için de millî kültür unsurlarının milletin bütün fertlerine yayılmış olması lâzımdır.

Milliyet realitesi çok eski zamanlardan beri kabul edilip, ehemmiyet verilmekle beraber siyâsî platformda milliyetçilik şuuru, 18. yüzyıldan îtibâren mühim rol oynamaya başladı. Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da doğan milliyetçilik şuûru, zamanla bütün dünyâda tesirini gösterdi. Amerikan İstiklâl Mücâdelesi ve 1789 Fransız İhtilalinin temelinde bu duygu yatmaktaydı. Milliyetçilik cereyanları ile berâber milletlerarası hukuk alanında, her milletin kendi devletine ve kendisini idâre etmek hakkında (Self determination) sâhip olma meselesi ortaya çıktı. Yirminci yüzyıl başlarında Avrupa’nın diğer bölgelerinde, Asya ülkelerinde, Birinci Dünyâ Savaşından sonra ise Afrika’da kuvvetlenen milliyetçilik hareketleri, bu yüzyılın milliyetçilik yüzyılı olarak vasıflandırılmasına yol açtı.

Önceleri dilde ve edebiyatta başlayan bu akım, zamanla ilim ve siyâset sâhasında tesirini gösterdi. Milletlerin inkârı imkânsız sosyolojik ve objektif gerçeklerden biri olması, her milletin kendisine mahsûs husûsiyetlerinin de güçlendirilmesi gerektiği düşüncelerine yol açtı. Milliyetçiliğin doğuşunda yabancı dilde eğitim ve yabancı kültürlerin millet hayâtı üzerindeki menfî tesirlerinin anlaşılması da ayrıca büyük rol oynadı. Vatana, millî örf ve an’anelere sadâkatle bağlılık duygusu gibi milletlerin hayâtına ve fertlerine yaşayışına yön veren bu esaslar çerçevesinde dünyâ görüşü teşekkül ettirilmeye çalışıldı. Ancak bunda aşırılığa kaçarak ırkçı teoriler de ileri sürüldü.

Milliyetçilik hareketleri her ülkede farklı karakter ve değişik fonksiyonlar kazanmaktadır. Her milletin kendisine mahsus husûsiyetlerinin ve içinde bulunduğu şartların bunda büyük payı vardır. Sanâyileşme esnâsında kaybolmaya yüztutan millî husûsiyetleri muhâfaza etmek, millî birlik ve berâberliği sağlamak, millî devleti kurmak, yeni bir milletin doğuşunu sağlamak, emperyalist devletlere bir reaksiyon olmak gibi mâhiyetler kazanabilmektedir.

Çeşitli dünyâ milletlerinde milliyetçilik hareketlerinin doğuş sebepleri, gelişme safhaları ve neticeleri birbirinden çok farklı olmuştur. Bunlardan Hıristiyan olan Avrupa milletleri, papazların asırlar boyu süren sonu gelmez tahrifâtları sonunda akla uygun bir esas kalmamış, hurâfelerle doldurulmuş ve baştan sona karışık bir merâsim hâlini almış olan Hıristiyanlığın kendilerini birbirlerine bağlayamadığını gördüler. Bundan başka aynı Hıristiyanlık dîninde, hattâ bu dînin aynı bir mezhebinde bulunan Hıristiyanlar, başka başka hükümetlerin idâresinde yaşamakta idiler. Avrupa hükümetleri ve bunların başında bulunan idârecileri kırallar, kendi iktidârlarını sürdürebilmek ve maksatlarına kavuşabilmek uğruna emirleri altındaki insanları, gerek topraklarını müdâfaada, gerekse komşu ülkeleri ele geçirmekte ölüme sürükleyebilmek için propagandasını yapabilecekleri bir bağ aradılar. Böylece Avrupa’da aslında ölmüş olan din birliğinin yerine milliyet his ve bağını ikâme ettiler. Avrupa milletlerinden İngilizlerde John Milton’un yazıları ve Puriten ihtilâliyle güçlenen İngiliz milliyetçiliği, İngiltere’nin iktisâdî gelişmesinin siyâsî zaferlere dönüştürülmesinde büyük rol oynadı. Amerikan İstiklâl Mücâdelesinde ise, İngiliz milliyetçilik hareketinin önemli tesiri oldu. Amerika İstiklâl Beyannâmesi Amerikan milletinin teşekkülü yolunda atılan ilk büyük adım oldu.

Milliyetçilik fikirleri 1789 Fransız İhtilali ve Napolyon’un harpleriyle bütün dünyâya yayılmaya başladı. Fransız ordusu Valmy Harbine kral adına değil millet adına girdi.

Alman milliyetçiliği, Napolyon’un Almanya’yı istilâsı üzerine idealist felsefenin tesiriyle ortaya çıktı. Napolyon’u kurtarıcı gözüyle karşılayan Goethe, Alman haysiyetinin, Fransızlarca rencide edilmesi üzerine Alman milliyetçiliğinin önde gelen temsilcilerinden biri oldu. Goethe ile Fichte yazıları ve nutukları ile Alman dilinin, Alman ırkının üstünlüğü temasını işlediler. Alman milliyetçiliğinin iktisâdî görüşlerini de Friedrich List ortaya koydu. Bismarck’ın Alman birliğini sağlamasından sonra, Alman milliyetçiliği giderek şovenist bir hüviyet kazandı. Alman milliyetçilik hareketi otoriter ve katı bir yorumla Fransız ihtilâlinin getirdiği liberalist, eşitlikçi düşünceleri “kozmopolitlik” olarak vasıflandırıp, karşı çıktı.

İtalyan milliyetçiliği eski Roma nizamını yeniden tesis etmek isteyen bir duygu atmosferi içinde birliği kurmak maksadına yöneldi. Ancak faşizmin gelişinden sonra emperyalist bir politikanın meşrûtiyet temeli olarak kabul edildi. Mussolini “Bıraktığımız topraklara geri dönüyoruz.” iddiası ile Trablusgarb’a ve Habeşistan’a saldırdı.

Rus milliyetçilerinin bir kısmı din ve mutlakiyet esaslarının önemini ortaya koyan panislavist bir politika tâkip ederken, diğer bir kısmı da Batı kültürünün Rusya şartlarına uydurulması gerektiğine inanıyorlardı. Tolstoy, Dostayevsky, Danilevsky Rus milliyetçilik hareketinin önde gelen temsilcileriydi. Milliyetçilikle halkçılık anlayışını bağdaştırmaya çalışan Rus Narodnik hareketinin başarısızlığa uğraması ise, Marksizmin güçlenmesine yol açtı. 1917 Bolşevik ihtilâli, Rus milliyetçiliğine yeni bir hüviyet kazandırdı. Marksizm felsefi plânda milliyetçiliğe karşı proleterya enternasyonalizmini savunmaktaysa da, eski Sovyetler Birliği’nde Slav ırkının azınlığa düşmemesi için gayri Rus unsurlar, özellikle Türkler asimile edilmeye (eritilmeye) çalışılmakta ve Komünist tatbikattan bu maksat için büyük ölçüde faydalanılmaktaydı. Sosyalizmin her ülkede değişik bir şekilde uygulanmaya çalışılmasında milliyetçilik fikirlerinin büyük tesiri olmuştu. Sovyetlerin yıkılmasından sonra Rusya Cumhûriyetinde Slav ırkının ilerlemesi için çeşitli birlikler kurulmakta ve desteklenmektedir. 1993’te kurulan Slav Birliği buna bir örnektir.

Hindistan’da Gandhi’nin İngilizlere karşı başlattığı Asya’daki pasif millî direniş, İngilizlerin Hindistan’a bağımsızlığını vermesiyle başarıya ulaştı. Sun-Yat-Sen Çin’de milliyetçilik akımının önderliğini yürüttü. Japonya ise otoriter bir milliyetçilik anlayışını kuvvetlendirerek, iktisâdî imparatorluğunun fikrî temellerini kurmayı başardı.

Afrika’daki milliyetçilik hareketleriyse, sömürgeci batılı devletlere tepki olarak ortaya çıktı. Bu devletlerin açtığı okullarda yetişen elit zümre milliyetçilik düşüncelerinin yayılışına önderlik etti. Beyaz insanın üstün olduğu inancının zayıflaması bu hareketlerin büyüyüp güçlenmesine yol açtı. Milletlerarası toplantılara beyaz bir taksi şoförü ile gitmek, îtibar meselesi hâline geldi. Birleşmiş Milletlerin de desteğiyle Afrika devletlerinin büyük bir kısmı bağımsızlıklarına kavuştular. Milliyetçilik bundan sonra millî husûsiyetlerin teşekkülü ve modernleşmenin bir vâsıtası hâline geldi.

İslâmiyetten önceki Türk târihinde milliyetçilik büyük bir yer tutar. Orta Asya’dan başlayıp çeşitli yönlere ve ana koluyla batıya doğru akan Türk milleti, İslâmiyetle karşılaşıp Müslüman olmakla şerefleninceye kadar, en kuvvetli bağ olarak, milliyetçilik his, düşünce ve ideallerine sahipti. Avrupa’da ancak 18 ve 19. yüzyıllarda başlamış ve zamanla kuvvetlenmiş, fakat günümüzde zayıflamaya yüz tutmuş bulunan milliyetçilik hareketlerinin en idealine Türkler binlerce yıl önce sâhiptiler ve bu ideali 10. yüzyıla kadar gerek harp meydanlarında ve gerekse günlük hayatlarında en mükemmel şekliyle yaşadılar. İslâmiyet öncesi Türk târihi incelenirse, o zamanki Türk milletinin bir din yaymak, bir rejimi kabul ettirmek veya bir felsefenin hâkimiyetini sağlamak için değil, millî varlıklarını sürdürmek, milletlerine daha iyi ve müreffeh hayat sağlamak, komşularını sindirerek millî istiklâllerini korumak ve rakiplerine fiilen veya hükmen hâkim olmak için savaştıkları görülür. Bütün bu gâyelerin ortaya çıktığı yegane kaynak Türk milliyetçiliğinden başka bir şey değildir. Hele Türklerin komşuları Çinlilerde olduğu gibi meselâ; bir Konfüçyüs felsefesine veya İranlılarınkine benzer, geçmiş çağların adı bilinen inançlarından olan Mecûsîlik gibi bir dine sâhip olmayışları ve kaynaklarda Şamanizm olarak isimlendirilen esasları çok basit ve merasimleri iyi bilinmeyen bir inanışa sahip oldukları söylentileri hatırlanırsa, o zamanki Türklerin yegane mânevî desteklerinin milliyetçilik duygularının olduğu daha açık ortaya çıkmış olur. Ayrıca bütün fertlerin kayıtsız şartsız uyduğu, âile hayâtından devlet idâresine kadar hayâtın bütün safhalarını düzenleyen ve sözlü bir anayasa hükmündeki örf ve âdetleri de büyük kısmıyla millî idi ve gene bu milliyetçilik duygularından kuvvet alıyordu.

Orta Asya Türk Devleti kağanlarından Oğuz Kağan, İlteriş Kutluk Kağan, Göktürk kağanlarından Bilge Kağan, Kültiğin Kağan ve vezirlerden Bilge Tonyukuk gibi Türk devlet idârecileriyle Kürşad gibi Türk kahramanlarının idealleri üstün millet fikrine dayanan bir milliyetçilikti. Nitekim Göktürk âbidelerinde anlatılan, millete nasihat olarak verilen şey, millete bağlı olmak, örf ve âdetlere sıkı sarılmak, başka milletlere özenmemek ve tatlı sözlerine aldanmamaktır. Dolayısıyla Türkler, Batı dünyâsının son bir-iki yüzyıldır sarıldıkları ve çeşitli yollar tutarak kendilerine göre şekil verdikleri cihan-şümûl bir îmân ve gâyeden mahrum olan basit milliyetçiliği bin yıl önce yaşadılar.

İslâmiyet beşeriyetin içine saplandığı bütün bâtılları yok edip, yerine hak olanı koyarak ve cihânı saran bütün karanlıkları aydınlatarak, Arabistan Yarımadasında doğup cihana yayılmaya başlayınca, 10. yüzyılda Maverâünnehr bölgesinde Türkler tarafından tanınıp seve seve kabul edildi ve kısa zamanda hemen hemen bütün Orta Asya Türklüğü kendiliğinden Müslüman oldu. Müslüman Türkler, eski bâtıl dinlerini bir daha dönmemecesine terkettikleri gibi, örf ve âdetlerinden İslâmiyetin bildirdiklerine uymayanları da kısa zamanda terkettiler ve milliyetçilik duygu ve düşüncelerinde de İslâmiyetin esaslarına göre düzeltme ve değişiklikler yaparak meşru hâle getirdiler. İslâmiyet, bâzılarının öne sürdüğü gibi Türk milletinin varlığını eritip yok etmedi. Tam tersine Müslüman olmayan eski Balkan ve Avrupa Türkleri kısa zamanda milliyetlerini kaybedip, Avrupa milletleri içinde eriyip Hıristiyanlaşmışken, Müslüman Türkler İslâmiyetle bu güne kadar Türklüklerini muhâfaza etmek imkânına da kavuştular ve günümüz Türk dünyâsı böylece teşekkül etti. Hattâ İslâmiyete olan hizmetlerinden, “Türk” kelimesi Batılı milletlerce “İslâm” mânâsında kullanıldı.

Gazneliler, Karahanlılar, Timuroğulları, Selçuklular ve Osmanlılar gibi Müslüman Türk Devletlerinde millî birlik ve varlıklarını sürdüren Türkler, artık yalnız milliyetçilik için yaşamıyor ve savaşmıyorlardı. Millî varlıklarını ve milliyet duygu ve düşüncelerini en yüksek gâyenin “i’lâ-yı kelimetullah” (Allah’ın dînini üstün kılmak) emrine vererek insanların saâdeti için çalıştılar. Hele Osmanlılar zamanında kıtaları sınırlarına dâhil ederek kurdukları cihan devletiyle kendilerini tamâmen tebaalarının huzur ve refahına ve dünyâda emniyet ve adâletin tesisine vererek, bütün insanlığa asırlar boyunca büyük hizmette bulundular. İslâmiyeti bütün samimiyetleriyle kabul edip sadâkatle bağlanan Türkler, Müslümanlığı yaşamak, yaymak muhâfaza ve müdâfaa etmek husûsunda diğer Müslüman milletlerden öylesine ileri gittiler ki “Türk” ve “Müslüman” kelimeleri aynı şeyi ifâde eder hâle geldi. Meselâ; birisi Müslüman olduğu zaman Cezâyir’de Mâveraünnehr’de veya Avrupa’da “Türk oldu” denilirdi.

Osmanlı Cihan Devletindeki milliyetçilik anlayışı, diğer Müslüman veya gayri müslim etnik gruplara baskı ve tahakkümden tamâmen uzak, kendini insanlığa hizmete adamış, bütün dünyâ insanlarına ulaştırmak istediği ilâhî bir mesaj sâhibi, bütün insanlığın râhat ve huzur içinde yaşamasını temin edecek ve kıt’aları bir arada idâre edebilecek yüksek adâlet ve idâre esaslarını kazanmış bir milliyetçilik anlayışı idi. Bunun içindir ki, Osmanlı Devletinde hiçbir azınlık unsuruna baskı yapılmadı; dinleri, dilleri ve milliyetleri değiştirilmeye kalkışılmadı. Hattâ devletin en yüksek mevkileri azınlıklara da dâima açık tutulurdu. Ancak Fansız İhtilâli sonrasında Avrupa devletlerinin gayret, aldatma ve teşvikleri neticesinde azınlıklar arasında ırkçılık ve milliyetçilik düşünceleri başlayıp, devlet dağılma vetiresine (sürecine) girince, birlik ve beraberliği sağlamak için Osmanlılık hareketi başlatıldı. “Osmanlılık”, güçlü bir devletin mensubu olmaktan doğan iftihâr ifâde ederken, “Osmanlıcılık” bu düşüncelere batılı unsurları sokmayı gâye edindi. Osmanlılık duygusu azınlıklara da mal olmuş iken, Osmanlıcılık azınlıklar tarafından rağbet edilen bir düşünce olmadı. Bu yıllarda Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın çok güzel tatbik ettiği hilâfet politikası, devletin otuz sene ayakta durmasını sağladı. Ancak onun tahttan indirilmesinden sonra her millet bağımsız bir devlet kurmak için başlattığı hareketleri hızlandırdı. Bunun sonunda, Balkanlarda, Ermenilerde, Suriye, Filistin ve Arabistan’da, bilhassa İngilizlerin teşvik ve kontrolünde, Fransız ve Rusların da mühim desteğiyle sürdürülen milliyetçilik hareketleri, küçük komitacı silahlı grup ve çetelerin zamanla kendi bölgelerine hâkim olmalarıyla, Birinci Dünyâ Harbinin sonunda yeni devletlerin kurulmasına sebep oldu. Bugünkü Balkan Devletleriyle irili ufaklı Ortadoğu ve Arap ülkeleri bunlardandır.

Osmanlı Devletinin son yıllarında Türkler arasında da yayılıp genişleyen Avrupaî milliyetçiliği, ilk defa Yusuf Akçura Üç Tarzlı Siyaset adlı eseriyle siyâsî bir hareket olarak ortaya koydu. Irka dayalı bir idâre kurulması gerektiği düşüncelerini ileri sürdü. Türkçülük olarak bilinen ve 1908’den sonra güçlenen bu hareket, Türk Yurdu dergisiyle edebî bir akım hâline geldi. Leon Cohen, Ziya Gökalp, Ağaoğlu Ahmed Bey gibi yazarlarca Türkçülüğün fikrî temelleri ortaya konuldu. Hamdullah Suphi Bey teşkilatlanma faaliyetlerini yürüttü. Bu Türkçülük faaliyetleri, Avrupa tarzı milliyetçilik anlayışını esas almakta idi ve ideologları tarafından öne sürülen pekçok umdeleri İslâmiyete ters düşüyordu.

Millî mücâdele, Türk milletinin güvenebileceği en büyük kudretin önce Allah, sonra da kendi millî varlığında bulunduğunun anlaşılmasına sebep oldu. İstiklal Harbi, “Türkün en büyük dostu yine kendisidir” şeklinde ifâde edilen bir anlayış ve îmânın kuvvetiyle başarıldı.

Milliyetçilik fikirleri, Cumhûriyetin kuruluşundan sonra da devletin hayâtına yön veren ictimâî prensipler olarak kabul edildi. Türk Ocaklarının statüsünde yapılan bir değişiklikle faaliyet sâhası olarak Türkiye sınırları kabul edildi. 1931 yılında ise, Türk Ocakları kapatılarak, Halkevi hâline getirildi. Milliyetçilik, 1937 yılında da Anayasaya girerek, Anayasa prensibi hâline geldi.

İslâmiyet, âlemşümul bir din olarak belli esaslara uygun olmak kaydıyla, millî hasletlerin geliştirilmesi ve muhâfazasına büyük yer vermiş, ancak bunların temel değerler olarak kabulünü isteyen fikirleri de yasaklamıştır.

Kur’ân-ı kerîmde Er-Rûm sûresinde meâlen; “O gökleri, o yerleri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin birbirine uymaması, O’nun âyetlerindendir. Hakikat, bunlarda bilenler için elbette ibretler vardır.” buyrulmaktadır. Hucurat sûresinde de; “Ey insanlar! Biz sizleri bir erkekle bir kadından yarattık ve birbirlerinizle tanışasınız diye sizi şubelere (ırklara, milletlere, kabilelere) ayırdık.” buyrulmaktadır. Nitekim millî kültür ve medeniyetlerin gelişmesinin garantisi de ayrı milletlerin mevcûdiyeti olmaktadır. Ancak Türk târihinde milletin bütünlüğüne mâni olan kabile bağları ve göçebe hayat tarzı, özellikle Osmanlılar tarafından önlenerek örf, âdet ve an’aneler vâsıtasıyla sürekliliği olan güçlü bir millet yapısı teşekkül ettirilebilmiştir. Böylece Türk ve İslâm dünyâsına dışarıdan gelen saldırılar tesirsiz bırakıldı. Bu asırlarda Türk Milletinin, İslâmiyeti hücrelerine kadar sindirerek yaşaması, milletin ve devletin varlığının en kuvvetli teminâtı idi. Din ve millet kelimeleri de o zamanki ilmî ve ıstılahî mânâlarıyla aynı mânâları ifâde ediyorlardı. Milliyetçilik fikirleriyle beraber, Milliyet mefhumu yalnız başına ele alınmaya, sosyal müesseseler milliyet esâsına göre teşekkül ettirilmeye başlandı.

Milliyetçilik; milletini sevmek, onun yükselmesi için çalışmak demektir. Fakat milliyetçilik, âlem şümûl bir fikir, bir düşünce sistemi, dünyâ görüşü de değildir. Bütün insanlık câmiasının kabul edebileceği esaslar, prensipler ve idealler, hiçbir “milliyet” unsuru temel alınarak ortaya konulamaz. Millî varlığını, istiklâlini, vatanını, devletini koruyan bir milletin insanlık câmiasına bunlardan hareketle verebileceği hiçbir şey bulunmayabilir. Çünkü bir milletin varlığı, istiklâli ve diğer hususları bir başka milleti hiç ilgilendirmeyebilir. Ancak, bu ayrı milletler arasında onları birbirine bağlayacak çok kuvvetli ve milliyet esasına ve maddî şeylere dayanmayan sarsılmaz bir gönül bağı da olmalıdır. Ancak bu sûretle birbirlerinin dertleriyle dertlenip, neşeleriyle neşelenebilsinler ve gönüllerinden gelerek birbirlerinin yardımına koşsunlar. Böyle bir bağ ancak din ve îmân bağı olabilir. İslâmiyet îmân ve ibâdet esaslarının yanısıra ticâret, sanâyi ve sosyal nizam esaslarını da kurduğundan milliyet düşüncesini de içine almış, asırlar boyunca Müslümanlar arasında ayrı milliyetler kurmaya ihtiyaç duyulmamıştır. Bunun içindir ki bütün ilmihal kitaplarında (Din ve millet, ikisi birdir) denilmekteydi. Hattâ Avrupalıların İslâm Dinine karşı olan şüphelerinin İslâmiyetin hemen her hükmünde ayrıca bir milliyet hissi de bulunduğundan ileri geliyor denilse yeridir.

Milliyet, insanın çalışması ve dilemesiyle elde edebileceği bir meziyet değildir. Milliyet, aynı vatanda, aynı toprakta doğup yetişenlerin din, örf, âet ve menfaat birliğidir. Çalışmadan, doğuşta ele geçen bir nimettir. İslâm dîni, asırlar boyu olduğu gibi bugün de Türk milliyetçiliğinin ayrılmaz bir parçasıdır ve bu milliyetçiliğin devamı için ve kendisinden çok faydalanılması için çalışmayı, sevişmeyi, başka dinden olan vatandaşlara da aynı hakları sağlamayı, adâletten, sosyal haklardan eşit olarak istifâde edilmesini emretmektedir. Asırlardır cephelerde döğüşerek şehit düşen şerefli Türk milletinin sonraki nesillere bıraktıkları din, milliyet, vatan, bayrak ve istiklâl marşını sevmek, saygılı olmak, kânunlara itaatkâr yaşamak ve durmadan çalışarak her sâhada dünyâ milletleri içinde en öne geçmek için çırpınmak, Türküm diyen herkesin esas vazifeleri olmaktadır. Böyle milliyetçi nesiller, kendi millet ve devletlerine olduğu gibi, dünyâ milletlerine ve insanlık câmiasına da büyük hizmetler yapabilirler.

Milliyetçilik için tehlikeli olan iki tavır mevcuttur. Bunlardan birisi: Milliyetçiliği lüzumsuz gören ve inkar eden kozmopolitizm, diğeri bütün değerleri millet esâsına bağlayarak milliyetçiliği aşırı bir ırkçılık olarak mütalaa eden şovenizmdir. Milletlerin mevcudiyetini inkâr eden komünizm ve “devletin asıl vazifesi her türlü terakkinin esas kaynağı olan ırkı geliştirmek, muhâfaza etmektir.” anlayışına sâhip olan nazizm, bu hususta takınılan iki aşırı tavrın bâriz bir misalidir. Türklerde din ve millet mefhumları birlikte mütala edildiği için bu tür aşırılıklara rastlanmamış, bu tipteki bâzı hareketler de rağbet görmemiştir. Hatta Müslümanlık ve Türklük bir kumaşın iki yüzü gibi olmuştur. 

Kaynak: Yeni Rehber Ansiklopedisi Cilt 14

Makaleyi paylaş

Submit to FacebookSubmit to Google PlusSubmit to TwitterSubmit to LinkedIn

otag1 otag2 Kayı 11 Kapak  otag iii