On beşinci ve on altıncı asırda yetişmiş olan Osmanlı âlimlerinin en meşhûrlarından. İsmi, Ahmed bin Süleymân bin Kemâl Paşadır. Lakabı Şemseddîn’dir. Dedesi Kemâl Paşaya nisbetle İbn-i Kemâl veya Kemâlpaşazâde diye meşhur olmuştur.

1468 (H.873) senesinde Edirne’de doğdu.

1534 (H.940)’de İstanbul’da vefât etti.

Dedesinin ve babası Süleymân Çelebi’nin ümerâ sınıfından olması sebebiyle, zamânın geleneği îcâbı önce askerî sınıfa girdi. Sultan İkinci Bâyezîd Hanın seferlerine sipâhî olarak katıldı. Sonra ilmiye sınıfını seçti. İbn-i Kemâl, bu sınıfa geçişini şöyle anlatır:

“Sultan İkinci Bâyezîd Hanla bir sefere çıkmıştık. O zaman vezir, Halil Paşanın oğlu İbrâhim Paşaydı. Şanlı, değerli bir vezirdi. Bu zamanda Ahmed ibni Evrenos adında bir kumandan vardı. Kumandanlardan hiç biri onun önüne geçemez, bir mecliste ondan ileri oturamazdı. Ben ise vezirin ve bu kumandanın huzûrunda ayakta, esas vaziyette dururdum. Bir defâsında eski elbiseler giyinmiş bir âlim geldi. Bu kumandanlardan da yüksek yere oturdu ve kimse ona mâni olmadı. Buna çok hayret ettim. Arkadaşlarımdan birine kumandandan da yüksek oturan bu zâtın kim olduğunu sordum. Filibe Medresesi müderrisi âlim Molla Lütfi’dir, dedi. Ne kadar maaş alır, dedim. Otuz dirhem, dedi. Makâmı bu kadar yüksek olan bu kumandandan yukarı nasıl oturur dedim. Âlimler ilimlerinden dolayı tâzim ve takdim olunur, hürmet görürler. Geri bırakılırsa bu kumandan ve vezir buna râzı olmazlar, dedi. Düşündüm. Ben bu kumandan derecesine çıkamam, ama çalışır, gayret edersem şu âlim gibi olurum, dedim ve ilim tahsiline niyet ettim. Seferden dönünce o âlimin huzûruna gittim. Sonra Edirne’deki Dârülhadîs müderrisliği bu zâta verildi. Ondan Metâlî Şerhi’nin hâşiyelerini (açıklama ve ilâvelerini) okudum.” İbn-i Kemâl Paşa, bu zâttan sonra Molla Kestelli ismiyle meşhur Muslihiddîn Mustafa Efendi, Molla Hatibzâde, Molla Muarrifzâde, Muhyiddîn Mehmed Efendi gibi zamanın tanınmış âlimlerinden okuyup icâzet (diploma) aldı. Tefsir, fıkıh ve hadis ilimlerinde derin âlim olarak yetişti.

Edirne’de Taşlık Medresesi adıyla bilinen Ali Bey Medresesine müderris tâyin edildi. Burada müderrisken, pâdişâhın emriyle Tevârih-i Âl-i Osmân adlı eserini yazdı. Daha sonra Üsküp’te İshâk Paşa, Edirne’de Halebiye ve Üç Şerefeli, İstanbul’da Sahn-ı Semân (Fâtih) ve Sultân Bâyezîd Medreselerinde müderrislik yaptı. Çok âlim yetiştirdi. Bu vazîfelerinden sonra Rumeli, peşinden de Anadolu kazaskeri oldu.

İbn-i Kemâl, dâhilî ve hâricî din ve mezhep düşmanlarına karşı ilmi ve yazdığı kitaplarıyla mücâdele etti. Eshâb-ı kirâm düşmanlığı propagandasıyla doğu Anadolu’da yer yer büyümeye başlayan fitneye karşı Ehl-i sünnet îtikâdını bütün gayretiyle müdâfaa etti. Yazdığı risâlelerle Yavuz Sultan Selim Hanı Safevîlere karşı mücâdeleye teşvik etti. Aynı zamanda hazret-i Îsâ’nın Muhammed aleyhisselâmdan daha efdal (üstün) olduğunu iddiâ eden İranlı Molla Kâbız’ın iddiâlarının doğru olmadığını, alenî bir mahkemede onu susturarak ispat etti. Yazdığı risâlelerle Kâbız’ın halk efkârında uyandırdığı tereddütleri de gidermiş oldu.

Selim Han latasiMısır seferinde ise, Anadolu kazaskeri sıfatıyla Yavuz Sultan Selim Hanın yanında bulunan İbn-i Kemâl Paşa, Pâdişâh’tan büyük bir îtibâr gördü. Mısır’ın tahrîrinde vazîfe aldı. Bu sefer dönüşünde İbn-i Kemâl Paşanın atının ayağından sıçrayan çamurların Pâdişâh’ın kaftanını kirletmesi üzerine Yavuz Sultan Selim Han:

“Ulemânın atının ayağından sıçrayan çamur, benim için ziynet ve iftihâr vesîlesidir. Bu kaftanım, vefâtımdan sonra sandukamın üzerine örtülsün!” diye vasiyet etti. Bu vasiyeti yerine getirilmiştir.

Mısır’ın fethinden sonra oradaki büyük âlimlerle sohbetlerde ve münâzaralarda bulundu. Burada fazîlet ve üstünlüğü iyice anlaşıldı. 1527 senesinde Şeyhülislâmlığa tâyin edildi. İbn-i Kemâl Paşa, sekiz yıl bu görevde kaldıktan sonra 1534 (H.940)te İstanbul’da vefât etti. Vefâtı için; “Kemâlle birlikte ilimler de gitti” mânâsına gelen “İrtehale’l ulûmü bi’l kemâli” sözüyle; “Vay gitti Kemâli bu asrın” târihi düşürüldü. Kabri Edirnekapı Mezarlığındadır. Boğaz Köprüsü çevre yolu yapılırken kabri târihî bir eser olarak on metre geri alınmıştır.

İbn-i Kemâl Paşa bütün vaktini ilme veren âlimlerdendir. İlmi ile büyük şöhret kazandığından, devrinin âlimleri, içinden çıkamadıkları meselelerde ona başvururlardı. Hattâ bir kısım ulemâ yazdıkları eserleri, tashih (kontrol) için, ona gönderirlerdi. O, on altıncı asrın ilk yarısında Osmanlı kültürünün en büyük mümessili olarak görülmektedir. Ahlâkı güzel, edebi mükemmel, zekâsı ve aklı kuvvetli, ifâdesi açık ve veciz olup, ilmi yeniden ihyâ eden iki dünyâ faydalarını bilen ve bildiren pek nâdir simâlardan biriydi. Cinnîlere de fetvâ verirdi. Bunun için Müftîyü’s-Sekaleyn (İnsanların ve Cinnîlerin Müftüsü) adı ile meşhur oldu. Büyük bir âlim olduğu gibi güçlü bir târihçi, değerli bir edip, kuvvetli bir şâirdi. Tasavvufta da, ileri derece sâhibi olup büyük velîlerin teveccühünü kazanmıştır.

Eserleri:

İbn-i Kemâl Paşanın ekserisi risâleler olmak üzere üç yüz civârında eseri vardır. Bu eserlerin çoğu yazma olup, otuz altı tânesi Ahmed Cevdet Paşa tarafından yayınlandı.

Usûl-i fıkıhta Tağyîr-üt-Tenkîh;

Kelâm ilminde Risâle-i Mümeyyize ve Tecrid-üt-Tecrid, Risâle fî Evsâfı Ümm-il-Kitap;

Fıkıhta Müferric-ül-Kulûb, Telvih Hâşiyesi, Risâle-i Münîre, Hidâye Şerhi;

Nahivde Felâh Şerhi Merâh;

Saffât sûresine kadar hazırladığı tefsiri;

Beydâvî Hâşiyesi;

Seyyid Şerîf’in Keşşâf şerhine ve Miftâh şerhine hâşiyesi;

Meşârik-ül-Envâr Şerhi, Hadîs-i Erbaîn şerhi;

Fetvâlarını içine alan bir kitabı;

Farsça Nigâristân,

Arapça ve Farsça Muhît-ül-Lügat, Galatât ve en mühim eseri sayılan süslü nesrin en güzel örneklerinden olan Tevârîh-i Âli Osmân; meânî ilminde bir metin ve şerhi; ferâizde metin ve şerhi; Molla Hocazâde’nin Tehâfüt’üne hâşiyesi gibi kitaplar başlıca eserlerdir.

Dîvân’ı ve Molla Câmi’yi esas alarak yazdığı 7777 beyitlik manzum Yûsuf ve Züleyhâ adlı eseriyle iyi bir şâir olduğunu da göstermiştir. Şâir olarak şiirlerinde mahlas kullanmadığı için, Dîvân’ına başka şâirlerin şiirleri de karışmıştır. Yavuz Sultan Selim Hanın ölümü üzerine yazdığı mersiyesi yıllarca dilden dile dolaştı. Ayrıca darbımesel hâlini almış kıt’a ve beyitleri vardır. Nitekim:

Mansıbda bir olsa dahi ger âlim ü câhil,

Zâhirde müsâviyse hakîkatte bir olmaz.

Altun ile faraza ki berâber çekile seng,

Vezn içre bir olmak ile kıymette bir olmaz.

kıtası ile:

Sakla kurt enciğin derin oysun

Besle kargayı gözlerin oysun

beyti bunlardandır.

İbn-i Kemâl Paşa, kıymetli eserlerinden başka yine târihe âit olmak üzere, Mısır Seferi sırasında, Yavuz Sultan Selim Hanın emriyle İbn-i Tagriberdî’nin En-Nücûm-üz-Zâhire fî Mülûki Mısır ve’l-Kâhire adlı Arapça eserini de Türkçeye tercüme etmiştir.

Şeyh-ul-islâm Ahmed ibni Kemâl efendinin (El-münîre) kitâbında diyor ki:

Müslimâna ilk vâcib olan şey, ahkâm-ı islâmiyyeye uymakdır. Ahkâm-ı islâmiyye, Allahü teâlânın ve Resûlünün “sallallahü aleyhi ve sellem” emr ve yasak etdiği şeyler demekdir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyuruyor ki, (Bir kimsenin havada uçduğunu ve deniz üzerinde yürüdüğünü yâhud ağzına ateş koyup yutduğunu görseniz, fekat islâmiyyete uymıyan bir iş yapsa, kerâmet sâhibiyim derse de, onu büyücü, yalancı, sapık ve insanları doğru yoldan sapdırıcı biliniz!).

Kaynak: Yeni Rehber Ansiklopedisi

Eserlerinden bazı notlar:

KABR ZİYÂRETİNİN FÂİDESİ

Büyük islâm âlimi Ahmed bin Süleymân bin Kemâl pâşa “rahmetullahi aleyh” hazretlerinin [934] hicrî yılında yazdığı kırk hadîs-i şerîf, [979] yılında, seyyid pîr Muhammed Nitâî “rahmetullahi teâlâ aleyh” tarafından türkçeye çevrilmişdir. [1316] da İstanbulda basılan bu tercemenin onsekizinci hadîs-i şerîfinde, (Bir işinizde şaşırırsanız ölmüşlerden yardım isteyiniz!) buyuruldu. Şeyh-ül-islâm Ahmed efendi, bu hadîs-i şerîfi açıklarken diyor ki:

Rûhun bedene bağlanması, kuvvetli bir aşk ile olmuşdur. İnsanın ölmesi, rûhun bedenden ayrılması demekdir. Fekat, rûh ayrıldıkdan sonra, bu aşkı bitmez. Rûhun bedene olan sevgisi, kuvvetli çekmesi, öldükden sonra, uzun zemân bitmez. Bunun içindir ki, ölülerin kemiğini kırmak, mezârı üstüne basmak yasakdır.

Bir insan, kuvvetli, olgun ve te’sîri çok olan bir zâtın mezârı yanında durup, o toprağı ve o zâtın bedenini düşünse, o zâtın rûhunun, bedenine ve dolayısı ile, o toprağa bağlılığı olduğundan, bu iki rûh karşılaşır. Gelen insanın rûhu, o zâtın rûhundan çok şeyler edinir ve güzelleşir, olgunlaşır. İşte bu fâideden dolayı, kabr ziyâretine izn verilmişdir. Bundan başka sebebler de yok değildir. İmâm-ı Fahreddîn-i Râzî “rahmetullahi aleyh”, (Metâlib-i âliyye) ve (Zâd-ı Me’âd) kitâblarında diyor ki, (Gelen insanın rûhu ile, kabrdeki zâtın rûhu, birer ayna gibidir. Birbirinin karşısına gelince, herbirinin ışığı, ötekinde aks eder, yansır. Gelen kimse, o toprağa bakıp, Hak teâlânın büyüklüğünü, öldürmesini, diriltmesini düşünüp, kazâ ve kaderine râzı olup, nefsi kırılırsa, rûhunda ma’rifet, feyz hâsıl olur. Bunlar, o zâtın rûhuna sirâyet eder. Bunun gibi, o zât, öldükden sonra, rûh âleminden ve rahmet-i ilâhîden ona gelmiş olan ilmler, kuvvetli eserler, onun rûhundan, gelen insanın rûhuna sirâyet eder, geçer.)

(El a’lâm) kitâbının sâhibi diyor ki, Peygamberlerin rûhları “aleyhimüsselâm” göklerde ve diledikleri yerlerde ve kabrlerinde zuhûr eder. Kabrlerinde her ân bulunmadıkları gibi, hep de ayrı kalmazlar. Kabrleri ile ilişkileri ve o toprağa ayrı bir bağlılıkları vardır. Bunun nasıl olduğu bilinemez. Bunun için, onları ziyâret etmek müstehabdır. Her müslimânın rûhu ile kabri arasında, devâmlı bir bağlılık vardır. Kendilerini ziyâret edenleri anlarlar. Selâmlarına cevâb verirler. Bunun içindir ki, hâfız Abdülhak-ı İşbîlînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Âkıbet) kitâbındaki hadîs-i şerîfde, (Bir mü’min, tanıdığı bir mü’minin kabrine gelip selâm verince, onu tanır ve cevâb verir) buyuruldu.

Kaynak: Tam İlmihâl Se'adet-i Ebediyye s.1014-1015

Makaleyi paylaş

Submit to FacebookSubmit to Google PlusSubmit to TwitterSubmit to LinkedIn

otag1 otag2 Kayı 11 Kapak  otag iii

joomla slicebox 3d image slider