17.Murad.HanIVÖlüm iki değil birdir cihanda

Döşekte ölme kanda kanda kanda

Büyük âlim Kemalpaşazade, dünyada ölümün insanı bir kez ziyaret edeceğini ve bir daha asla gelmeyeceğini belirtirken ölümü arzuladığı yere de vurgu yapıyor. O yer yatak ve döşek değildir, cihat meydanlarıdır. Şahadet arzusudur, aşkıdır. Neden şahadet bu kadar sevgilidir. Elbette bir Müslüman için dininin bu konudaki emirleri onun için en mühim rehberdir.

Kuran-ı kerimde Cenabı Hak:

“Ey iman edenler Allah’tan korkun, Ona yakınlaştıracak vesile arayın ve Allah yolunda cihad ediniz. Böylece felaha kurtuluşa erersiniz”, Maide suresi: 35) buyurmaktadır.

 Peygamber efendimizin şu hadisi şerifi bunun en açık işaretidir:

“Cennete giren hiç kimse dünyaya geri dönmek istemez. Ancak Allah yolunda şehit olanlar müstesna. Onlar şehitliğin derecesini gördükleri için on kere de olsa geri dönüp şehit olmak isterler” (Buhari).

Peygamber efendimizin bu konuda daha pek çok hadisleri vardır.

Bir adam Peygamber efendimize gelerek “insanların hangisi üstündür” diye sordu. Peygamber efendimiz:

“Allah yolunda canıyla malıyla savaşan mümindir” cevabını verdi.

Başka bir hadislerinde, “Şehit, aile ve akrabasından yetmiş kişiye şefaat edecektir”, buyurdu. İşte bu sebeple İslam Devleti savaş ilan ettiği zaman Müslümanlar can-u gönülden ona iştirak etmişlerdir. Ölüme bu kadar arzulu ve istekli gidişi genelde müsteşrikler çözememekte ve başka maksatlar aramaktadırlar.

Hâlbuki bütün İslam devletleri aynı inanış ve samimiyetle yoğurulmuşlardır. Peygamber efendimiz ve eshabının bu konudaki gayretlerini kendilerine rehber edinmişlerdir. Peygamber efendimiz üç büyük meydan harbi ve yirmi dört gazveye katılmıştır.

Hazreti Ebubekir ve Hazreti Ömer devirlerinde İslam devleti bir dünya imparatorluğunu tarihten kaldırmış (Sasaniler) bir diğerini ise (Roma imparatorluğu) şiddetli darbelerle sarsmıştır.

İşte Oğuz Türkleri de İslam dini dairesine girmesi ile birlikte Peygamber ve ashabının yolunu kendilerine rehber edinmeyi en büyük bahtiyarlık bilmiştir. Türklerin İslam dini dairesine girmekteki ve kabuldeki en önemli hususlardan birinin tabiatlarına son derece uygun olmasının olduğu da bilinmektedir.

Beyati Şeyh Mahmud’un Cam-ı Cem ayin isimli eserinde eski Uygurca bir Oğuznameye dayanarak verdiği bilgilerden Türkler’in Nuh aleyhisselamın oğlu Yafes’ten itibaren doğru itikat ve inançtan sapmadıkları Süleyman aleyhisselam ve Davut aleyhisselamın şeriatına bağlı olarak kaldıkları rivayet edilmektedir.

Bu arada Türklerin “Tanrı kutu tanhu” yani kendilerine Cenab-ı Hak tarafından insanların idaresi, hükümdarlık verildiği inancı meşhurdur. Bu itibarla Türklerde diğer milletlerde olduğu gibi tanrılık iddiası hiç görülmemiştir. Türklerin bu inancı İslamiyet’teki “Es-sultan zıllullahi fi’l-ard” (Sultan yeryüzünde Allah’ın halifesidir) inancı ile paralellik arz etmektedir. Bu itibarla İslam dairesine giren Türkler yine aynı doğrultuda faaliyet göstermişlerdir. Zulüm altındaki herkesin hamisi olduklarını da “Ye'vi ileyhi külli mazlumîn” (bütün mazlumlar ona sığınır) düsturunca ilan etmişlerdir. Bu iki temel ifadenin yer aldığı hadisi şerif (Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi II, 617, 384 nolu hadis) Fatih Sultan Mehmed’in sarayı Topkapı Sarayının bab-ı Hümayunun iki yüzüne hak edilmiştir.

İşte dininin gereği olarak gaza ve cihat etmek Müslümanların gıdası gibi olmuştur. Ancak gaza ve cihad herkesin kendi başına göre yapabileceği, istediği bibi davranacağı bir uygulama değildir. Şartları ve prensipleri vardır. Bunları devlet tayin eder. Gaziler onlara harfiyen uymak zorundadırlar. Yoksa yaptıkları gaza olmaktan çıkar ve bir nevi haramilik haline geçer.

Risaletü’l-İslâm adlı ilmihal kitabında gazi olmanın şartları şu şekilde ifade edilmiştir:

Ana ve atanın rızası bulunmalıdır.

Üzerindeki emanetleri yerine getirmiş olmalıdır (mesela borçlarını ödemiş olmak).

Ailesinin geçimi için nafaka bırak­mak.

Gazâ sürecinde gerekli geçimini sağlamış olmalıdır (aksi takdirde yolda eşkıyalığa veya başka türlü hukuksuzluğa yönelebilir).

İslâm hükümdarının gazâ için emretmiş olması gerekir. Yani sava­şın İslâm topluluğunun hayrına bir hareket olduğunu Emiru’l-Müminin’in onay­lamış bulunmasıdır.

Yoldaşına yardımcı olmalı, dayanışma ve birlik içinde bulunmalıdır.

Yolda kimseyi incitmeyecek (askerin geçtiği güzergâhta Müslüman halkın yağ­malanması her dönemde idarecilerin baş ağrısı olmuştur. Bunu önlemek için idam cezası bile uygulanırdı.)

Düşmanla çarpışma halinde kaçmamalıdır, sonu­na kadar sebat etmelidir. İslâm, bu yolda ölene şahadet, sağ kalana gazilik mertebe­si vaat eder.

Ganimet malına ihanet etmemelidir. İslâm kurallarına göre ganimet malının bölüştürülmesinde çok dikkatli davranılması önemlidir.

Gazinin ni­yeti samimi olmalıdır. İslâm dini ve Müslüman halk için savaştığını unutmamalıdır. (Gazâda tama’ ve riya olmamalı, hareketlerinde dinî hayır düşüncesinden uzaklaşmamalıdır. Gazaya sırf ganimet için gitmemelidir.

Gaza ve gazi

Moğol istilasının İslam dünyasını kan ve ateşe boğduğu dönemde büyük guruplar halindeki Oğuz Türkleri daha güvenli bir liman olarak gördükleri Anadolu Selçuklu ülkesine doğru hareketlenmişlerdi. Bunlardan bir tanesi de Ertuğrul Gazi liderliğindeki Kayılardı. Sultan Alaaddin’in Söğüt ve Domaniç mıntıkasına yerleştirdiği bu Oğuz kitlesi önce Selçuklu Sultanı emirliğinde sonra kendi gazileri liderliğinde gaza ve cihad hareketlerine katıldılar. Onların bu faaliyetlerini nakleden kaynaklarda gazanın önemi yanında onların gazi kimliklerini ortaya koyan pek çok bilgi yer almaktadır.

Ünlü akıncı beylerinden Mihaloğlu Ali Bey’in gazalarında bulunmuş olan büyük Türk şairlerinden Suzi Çelebi Gazavatname isimli eserinde gazanın önemini şöyle belirtir:

Gaza Allah katında sevgilidir

Delili cahidüdür katelûdür.

Gazanun hüccet ü burhanı çoktur

Gazaya münkirin imanı yoktur.

Gazayiçün ‘alem çekti Peygamber

Gazayiçün kuşandı tiğı Hayder.

Gazayiçün bulandı kana Yahya

Biçildi baştan ayağa Zekeriyya.

Gaza içün sahabe oynadı baş

Bu yolda oldu yoldaş üzre yoldaş.

Gaza ehline geldi fazl-ı Allah

Bu kavme hoş gaziler vermiş Allah.

İlk Osmanlı tarihçisi kabul edilen Ahmedi de İslam âleminde daima büyük hürmet ve saygıya mazhar olan Gazi’nin değerini şu ifadelerle belirtir:

Gazi olan hak dinündür âleti

Lâcerem hoş olasıdır hâleti.

Gazi olan Hüdanın ferrâşıdur

Şirk çirkinden bu yeri arıdur.

Gazi olan Hak kılıcıdur yakîn

Gazidür püşt ü penâh-ı ehl-i din.

Ola kim ol Huda yoluna şehid

Öldi sanma kim diridür said.

Görüldüğü üzere Ahmedi’ye göre gazi, İslam dininin aletidir ki onun için hali hoş olur. Huda’nın hizmetçisidir (ferraş), hakkı batıldan ayırır. Allahü tealanın kılıcıdır, din ehlinin sığınağıdır (püşt ü penah). Bu yolda ölüm vaki olursa elde edeceği makamı şehitliktir.

İlk Osmanlı beyleri

Osmanlılar Bizans ucunda bulunmaları hasebiyle ilk andan itibaren gaza kılıncını ellerine almışlardır. Bu da onlara daha Ertuğrul Bey’den itibaren İslam dünyasında büyük değere sahip gazi unvanını kazandırmıştır. Nitekim Ahmedi, Ertuğrul Bey için:

Pes heves etti ki ede ol bir cihad

Ola kim gazi uralar ona ad.

Leşkerini cem idüp girdi yola

Gündüz Alp Ertuğrul anunla bile.

Dahi Gök Alp u Oğuzdan çok kişi

Olmuş idi ol yolda anun yoldaşı.

Yine Osmanlı tarihçilerinden Hadidi, Ertuğrul Bey’in Selçuklu Sultanından kendisine yer vermesini isterken Rum’a (Anadolu’ya) gelmekten maksadını şu ifadelerle belirtir:

Makamum maşrık u Ertuğrul’dur adım

Gazadur Rum’a gelmekten muradum.

Bize bir gûşe göster kim varavuz

Ölünceye dek kâfire kılıç vuravuz.

Sultan Alaadin’in Ertuğrul Gazi’den memnuniyeti ve hakkındaki düşünceleri ise pek manidardır:

Görür Sünni sözüdür niyeti pâk

Olur Sultan Alaaddin ferah-nâk.

Sözü Sünni sözü, itikadı ise pak ve temiz olan Ertuğrul Beyin bu hasletleri ahfadının genlerine işlenmiştir sanki. Nitekim tarihçi Neşri‘de gaziliğin tanımını yapıp Osman Bey’e gazi denmesinin sebeplerini şöyle izah etmektedir.

Ve Osman Gazi kılıç kuşanup atası Ertuğrul tariki üzerine gazaya nasb-ı nefsidüp ve niyet-i hayr olup “mahza etmeği (ekmeği) gazadan çıkarayın ve hiçbir melike ihtiyaç göstermeyeyim. Hem dünya hem de ahiret elime girsin” derdi. Onun zamanında olan cümle sultanlar ve melikler gördüler ki Osman Gazi’nin halis ve doğru bir niyeti vardır. Kâfirlerden her ne feth ederse ona helal olsun dediler. Ol vakit anın çün Osman’a ve evladına Gazi denildi. Zira bunların bünyadı (amacı) sair melik ve hükümdarlar gibi İslam memleketlerine tahakküm olmayıp heman mahza gaza ve cihadla olmağın hakikaten gazi denmeğe layık oldular.

Neşri burada meseleyi izah ederken bir taraftan da diğer beyliklerle Osmanlı beyliğinin farkını ortaya koymaktadır. Diğer Anadolu beylikleri genelde birbirlerine üstünlük kurmaya uğraşır ve Müslüman halka zarar verirlerken, Osmanlıların tek bir gayesi hedefi bulunmaktadır ki o da Cenab-ı Hakkın dinini yaymaktır. Belki eline geçenle yetinmek Müslüman’a asla yanlış nazarla bakmamak tekfur memleketlerinden de kendilerine bir saldırı gelirse karşılık vermektir. Bunun için çevredekiler Osmanlılar hakkında konuşurlarken ağızlarında tek bir kelam dökülür:

“Onlar gazilerdir”.

Bu durum gerçekten şaşırtıcıdır. Böyle bir devlet böyle bir ahlak ve böyle bir haslet nasıl oluşmuştur. Nasıl bir araya gelmiştir ve nasıl şaşırtıcı bir biçimde devam etmiştir. Bu hal kolay anlaşılabilecek bir durum değildir. Kaynaklar da bu hususun üzerinde özellikle dururlar. Müneccimbaşı şöyle belirtmektedir:

“Osmanlı Devleti sahabe ve tabiinden olan selef-i sâlihinin ortaya çıkışları gibi, en güzel şekilde ortaya çıkmıştır. Bu devletin hükümdarları, bütün gayretlerinin İslâm’ın tevhid akidesi ve ilayı kelimetullah için harcadılar. Kâfirlere ve müşriklere karşı gaza ve cihad edip, dinsizleri ortadan kaldırmaya çalıştılar. Allah onlara Süleyman Peygamberden sonra yeryüzünde hiç kimseye vermediği bir hükümdarlık lütfetmiştir. Allah bu hükümdarlık ve mülkü tedricen ihsan ederek onlara lütfunu tekrarlamıştır”.

Müneccimbaşına göre Osmanlı Devleti Hazreti Peygamber ve hemen ondan sonra gelen tabiin döneminden sonra kurulan en hayırlı devlettir. Zira bu devletin padişahları bütün gayret ve enerjilerini İslam’ın yayılması için sarf ettiler. Gazada bulundular. Allah da onlara Süleyman aleyhisselamdan sonra hiç kimseye bahşetmediği bir devlet ihsan etti. Bu lütuf ve ihsanını yavaş yavaş yaparak hem lütfunu tekrarladı ve hem de devletlerinin sağlam ve uzun süreli olmasını temin etti.

Orhan Gazi oğlu Süleyman Şah’ı Rumeli yakasına göndermesi kaynaklarda şöyle nakledilmektedir:

Ne fazîletdür gazâ bilür idi

Hak yolında terk-i cân kılur idi.

Berbidi Esre geçeye anı Orhan

Kim gazâ ede orada bir zaman.

Kim yüriye leşker ile ol nâm-dâr

Memleket feth ide vüşehr ü diyâr.

Din içün itdi orada çok gazâ

Oldı gâzî olmağa adı sezâ.

Süleyman Paşa gazânın ne fazilet ve ululuk olduğunu bilirdi. Hak yolunda canını verirdi. Orhan Gazi onu Esre geçe’ye (Rumili’ne) gönderdi ki, orada bir süre gazâ ile meşgul olsun. Ol namı ulu yiğit gazi, ordusuyla hücum ederek ülke, şehir ve diyar fethetsin. Nitekim orada din için çok gazâlar etti ve adı gazi olmaya layık oldu.

Murad-ı Hüdavendigar’ın tahta çıktığı sırada gaza ile ilgili düşünceleri ise şöyle yer bulmaktadır.

Çünki ol Gazi Murad’a erdi baht

Buldu arayiş anunla tac ü taht.

Nezr etti kim kıla daim gaza

Anı ede kafire ki oldur seza.

Ol bahâdurlık da key mârûf idi

Hem gazâya himmeti masrûf idi.

Gazi Murad’a saltanat bahtı erişti. Tac ve taht onunla süslendi. O kendini devamlı surette gazaya adamıştı. Zira en güzel iş kafire karşı gaza etmekti. O yiğitlikte çok tanınmıştı Gayreti ve himmeti de gazâya çevrilmişti.

Âşıkpaşazâde, bir “Menakıb-ı Âl-i Osman” yazarıdır. Günümüzde özellikle müsteşrikler ve onların her söylediğini hiç etüd etmeden doğru gibi kabul eden yerel yazarlar bunları menkıbe/hikâye diyerek tek kalemde atmayı marifet addetmektedirler.

Aşıkpaşazade asırlar öncesinden bu hali sezmiş gibi gazilere hitap ederken sanki bugün onlara hitap edercesine şöyle seslenmektedir:

“Hey gaziler, bu menakıbı kim yazdım. Vallahi cümlesine ilmüm yetişüp yazdum, sanmanuz kim yabandan yazdum”.

O, çeşitli vesilelerle menakıp kitaplarını inceleyip hülasa ettiğini veya bizzat görüp işittiği olayları yazdığını ileri sürer. “İnsanlar Osmanlı Sultanları’nın kahramanlıklarını okudukları veya dinledikleri zaman, onların ruhlarına dua etsinler” der.

Oruç Bey Tarihi’ne göre; Osmanlılar, “Gazilerdir ve galiplerdir, fi sebilillah hak yoluna durmuşlardır, gaza malını cem idüp Hakk’a harc edicilerdir ve Hak’tan yana gidicilerdir. Din yoluna gayretlüdürler dünyaya mağrur değillerdür. Şeriat yoluna gözeticilerdür ehl-i şirkten intikam alıcılardır”.

Bu tür eserlerde alplar, alp-erenler gibi ahiler de Osman Gazi’nin en yakınları olarak gösterilirler. Osman, bir ahi şeyhi olması kuvvetle muhtemel olan Şeyh Edebalı’nın irşadı ve beline gaza kılıcı bağlaması ile gazi olmuş, gaza akınlarına başlamıştır

Kemalpaşazade’nin ölümün bir kez ziyarette bulunacağını ifade eden beytiyle konuya giriş yapmıştık. Yine onun bu cihanda ölümden kurtuluş olmadığı insan ve cin her ne mahlûk var ise ölüm acısını çekeceğini belirttikten sonra en güzel ölümün ne olduğunu belirten bir kıtası ile tamamlayalım.

Ölümden kurtuluş yoktur cihanda

O derdi çekmez olmaz ins ü canda.

Kişinin ömrü çünkim ahir ola

Yeğ oldur ki gaza yolunda öle.

 

Bir akıncı şairi

kuheylan cb5c2178 tmfmcHayreti, Rumeli’nin akıncı şairlerinden biridir. Vardar Yenicesi’nde doğup 1535’te yüz yaşlarında iken yine burada vefat etti.

Akıncı denildiğinde göz önüne, doru küheylanının üzerinde şimşek gibi uçan, kılıcını yıldırım gibi kullanan çelik vücutlu yiğitler gelir. Oysa onlar aynı zamanda birer gönül adamıdırlar.

Akıncı gençleri uzun kış geceleri boyunca akıncı şeyhlerin sohbetleri ile yetişirlerdi. İhtimaldir ki Yesevileri, Mevlanaları, Yunusları ezbere bilirlerdi. Yaşlı akıncı gazilerin cihad aşkını veren menkıbeleri ile coşarlar, gaza nedir, gazi kimdir bilirlerdi. Sonrası onlar için gülistanda gezinti yapmak gibidir.

Hayreti’nin şu muhteşem beyti, akıncıların nasıl bir gönle sahip olduğunu göstermektedir.

Yine istikbâle çık ey cân ki cânânım gelir

Yine pâk et hâneni ey dil ki mihmânım gelir.

(Ey can, sevgili gelebilir; sen şimdiden karşılamaya çık. Ey gönül, misafirim yine gelecek, evini temizle!)

Hayretî, beytinde önce canına seslenerek cananı istikbale, yani karşılamaya çık diyor. Zira değer verilen, sevilen, hatırlı bir misafir geldiğinde, ev sahibinin onu evin dışında karşılaması âdettendir.

İkinci mısrada ise bu defa gönlüne tembihte bulunuyor: “Daha önce teşrif eden misafirin yine gelme ihtimali vardır. Öyleyse ey gönül, evini temiz tut!”

Bir misafir gelmeden önce evin derlenip toparlanması, temizlenip süpürülmesi, misafire hürmetin nişanesidir.

Karşılamaya çıkan “can” olduğuna, ağırlama da “dil hanesinde” (gönül evinde) yapıldığına göre bu gelen sevgili veya misafir herhangi biri değildir. Tasavvufta “canan” denildiğinde “Hayy” ism-i şerifiyle Allahü Teâlâ kastedilir. Beyit, Allah’ın gelip kulunun gönlüne misafir olmasının, Hakk’ın gönülde tecellisinin şartlarını anlatmaktadır.

Bu şartların ilki canın, Cananı yani Allahü tealayı tazim ve karşılama maksadıyla bulunduğu yerden dışarı çıkmasıdır. Canın evi bedendir. Canın bedenden çıkması ise ölümdür. Fakat bu, karşılanan mademki Canandır. Canlandıran, hayat bahşeden Rabbiyle buluşmak, O’nunla yeniden can bulmaya imkân vermektedir. Bu durum Peygamber efendimizin “Ölmeden evvel ölünüz!” hadisinde tavsiye buyurduğu bir nefs hâkimiyetidir.

İkinci durumda ise kalbinde gönlünde her zaman O olsun ki temiz olsun. Buluşma her zaman gerçekleşsin. İnsanın ilâhi tecellilere mazhar kılınması için ikinci şart gönlünün temiz olmasıdır.

Gönül, ruhun merkezidir. “Yere göğe sığmam, lakin mümin kulumun gönlüne sığarım,” hadis-i kudsîsinden anlaşılacağı üzere, Hak tealanın bütün isim ve sıfatlarının mazharı yegâne tecelligâhtır.

Gökyüzündeki Beytü’l-Ma’mur, yeryüzündeki Kâbe-i Muazzama gibi müminin gönlünün de Beytullah’tan sayılması bu yüzdendir.

Ünlü akıncı kumandanı Mihaloğlu Ali Bey’in gazalarını anlatan Suzi Çelebi, akıncı yiğitlerinin maksat ve hedefini şu bir beyite ne güzel sığdırmıştır:

Ne can endişesi ne nan ümidi

İki âlemde bir Canan ümidi

Onlar ne ekmek ve ne de can kaygısında idiler. Tek düşündükleri rızâ-i Bari idi.

Kendisi de akıncı olan ve 1524 yılında Prizren civarında bir savaşta şehadet şerbetini içen Suzi Çelebi, yine bir gaza öncesi arzu ve iştiyakını şu ifadelerle belirtiyordu:

Bize canan gerek, hayat neme lazım?

O ezelden emanettir, bugün sahibine verelim…

 

İzzettedir

Cafer İyani, bir eseri içerisinde Allah yolunda gaza ve cihat etmenin önemini şöyle nakletmektedir:

Fevt olan dîn uğruna sanman gam-i firkatdedir

Enbiyâ dîdârına vâsıl olup izzettedir.

Kim ki havf etse Hüdâ yolunda kurbân olmadan

Hakk bilür rûz-ı cezâda vâdî-yi hasretdedir.

Bezm ü rezm içre iden câm-ı şehâdetden âyâ

Verdi uyku ana dünyâ haşre dek gafletdedir.

Kim ulü’l-emrin tutup emrin gazâya azm eder

İki âlemde anı zanneylemen mihnetdedir.

Sanmanız müşkildir adûdan almak intikâm

Her ne var ise cihânda Câferî himmetdedir.

Açıklaması:

Din yoluna canını vereni ayrılık gamında zannetme! O, peygamberlerin yanına göçüp, izzet ve şeref içindedir. Kim ki Allah yolunda ölmekten korkarsa, Cenab-ı Hakk bilir ki mahşer gününde o, hasret ve pişmanlık vadisindedir. Eğlence ve neşe meclisinde bulunup da şehitlik kadehini içmekten kaçana, dünya öyle bir uyku vermiştir ki, hesap gününe kadar gaflettedir. Kim din büyüklerinin emrini tutup, Allahü Teâlâ yolunda gazaya niyet ederse, bu katlandığı zahmet ona iki dünyada dert ve sıkıntı değil, bilakis iyilik ve güzelliktir. Ey Câfer! Düşmanı mağlup etmek zor iş değildir. Zira cihanda her şey Cenâb-ı Hakk’ın ve ona gönül verenlerin yardımı ve himmetiyledir.

Prof. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL

 

Makaleyi paylaş

Submit to FacebookSubmit to Google PlusSubmit to TwitterSubmit to LinkedIn

otag1 otag2 Kayı 11 Kapak  otag iii