mehmet yücel2Sıra dışı profesör Mehmet Yücel

BİR LİSAN BİR İNSAN

Hidroloji profesörlerinden Mehmet Yücel, mesleğinin zirvesinde bir isimdi. 5 dilden "lisan tazminatı" aldığı için maaşı rektörünkini geçerdi...

İLMİYE SINIFINDAN

Öğrenmeye meraklıydı, ilim ehliydi. İlahiyat fakültesine de girdi ve dereceyle bitirdi. Düşünün, tam 65 yaşından sonra... Cebinde dijital teyp taşımanın faydaları işte... İyi ki de o gün rahmetli Mehmet abiyi oturtmuş düğmeye basmışım... Mevzumuz Mekki Efendi Hazretleriydi ama... Kendini de anlatmıştı satır aralarında... Efendim Kuleli'yi bitirmiş, gelmişiz Harpokulu kapısına... Bundan sonra dönüş yok, üniversite için son kavşak. Ne yapsam? Ne yapsam? Matematiğe mühendisliğe karşı meylim vardı, düşündüm taşındım İTÜ'yü seçtim sonunda... İngilizceyi halletmiştim ah yanına bir de doğu lisanı katsam... Ayhan Okyar'la birlikte Hilmi Bey hocamızın kapısını çaldık. Hilmi Bey Kuleli'de kimya muallimimizdi, haza âlimdi. Fransızca ve Almanca'nın yanı sıra Arabi ve Farisiye de hakimdi.

- Efendim Arapça öğrenmek istiyoruz, bize ders verir misiniz?

- Yerinizde olsam gider Mekki Efendinin eteğine yapışırdım. İnanın ben bile sizinle gelmek, okumak isterdim. Mekki Efendi (Seyyid Abdülhakim Arvasi Hazretleriin maddi manevi vârisidir) bizi samimi karşıladı. "Çocuklar bir sarf cümlesi alın gelin bakiym!" Sarf cümlesi dediğin Emsile, bina, maksud, izzi, merah... Mübarek maksudu açtırdı. Ortadan başlama gibi bir tarzları vardı zira. İcap ettikçe geriye döner izahlar yapar. İlk dersimiz Elhamdülillahi vehhap diye başlayan hamdele salvelelerle devam eden bir metindi. "Ve innel ulumu arabiye vesilete ilel ulumu şeriyeti ve ehadü ilel erkaniha... Vallahi muvaffıkil..." Berekete bakın 1959'da okumuşum satır satır aklımda.

ÖNCE KUR'AN

Mekki Efendi harekesiz yazıyı çözebilmek için Kur'an-ı kerimi çok okumalısınız buyururlardı. Bazı talebelerine Kur'an-ı kerimi yazdırır, bazılarına Beydavi Tefsirinin Şehzade haşiyesini okuturlardı. Bir keresinde "biliyor musun" buyurdular, "millet tefsire meraklı, fıkh okutsak var ya kimse kalmaz burada!" Seri konuşur, çabuk yazarlardı. Bir gün bana bir mektup verdiler "bunu Hilmi Beye götürür müsün?" Götürdüm, açıp uzattılar: "Okuyun!" Okuyamadım. Meğer o da bir dersmiş, el yazısı nasıl çözülür, anlattılar oracıkta... Mekki Efendi müsamahakâr bir insandı, kırılsa da içine atar. "Hocanın batnı geniş olacak" derdi, "sabredecek, kızmayacak!" Vefa'daki evini çok aşındırdık, bahçede (surlar arasında) bir odaları vardı, misafirle dolup taşar. Fatih Camiindeki vaazlarından sonra ya gömlekçi Remzi ağabeye ya da Berber Enver Beye gelir, ders yaparlar. Bir Arabi beyit yazdırır, açılır da açılırlar. Haydi siz de birer beyit söyleyin der zeka oyunlarına zorlarlar. Bulmaca çözdürürler sanki, talebeyi derse bağlarlar. Süleyman Abi, Abdüllâtif Abi, Ali Sezer Amca meclisin devamlılarından...

GÜLİSTAN

Bir ara Farisi'ye merak saldım. "Tamam" dediler "hemen, derhal!" Gülistan'ı bizzat hediye ettiler, yine ortasından açtılar. Bakın ilk ders zihnimdedir hâlâ... (Okuyor) Minnet-i Hudaye ra azze ve celle... Her nefeste iki kere şükr etmeli, birini alabildiğimiz diğerini verebildiğimiz için manasına gelen bir beyt... Hilmi Bey hocamız Gülistan okuduğumuzu duyunca çok sevindiler, kendi kitapları arasından "Rehber-i Gülistan" adlı eseri çıkarıp uzattılar bana. O günlerde hocamız her sabah Süleymaniye kütüphanesine gider, Muhammed Hâşim-i Keşmî'nin "Berekât" kitabı (İmam-ı Rabbanî hazretlerini anlatır) üzerinde çalışırlardı. Mekki Efendi bana boş bir defter verdi. "Mehmed senden Berekât'ı yazmanı istesem?" Başüstüne dedim, seve seve... Tabii mikro film fotokopi yok o zamanlar. Sabahtan mübarekler yazıyor, öğleden sonra ben alıyorum. Eser Farisi... Yazarken yazarken ifadeler berraklaşmaya başladı. Meğer bu da bir eğitim usûlü imiş. Bakın yazı çok önemli, yazmayan özünü yakalayamaz. Şimdi ben tahtaya yazıyorum, (İSMEK kurslarından bahsediyor) talebeler deftere geçemiyor. Yıllardır Arabça okumuşlar, Arabinin ayn ile yazıldığını bilmiyorlar.

BEREKÂT

Neyse defter bitti götürdüm.

- Peki kitap bitti mi?

- Bitmedi efendim.

- O zaman al sana bir defter daha, yazmaya devam. Sonra bir defter daha... Bir defter daha... Neticede kitabı bitirdim. Mübarek emeğime karşılık para vermeye kalktılar... Halbuki halleri vakitleri iyi değildi. Müftü maaşı üç kuruş. Geleni gideni de çok, misafirini de iyi ağırlar. Borç arttıkça, başını sallar "Ab ser bi güzeşt / hah yek şir, hah min" diye mırıldanırlar. Yani su boyu aştıktan sonra ha bir karış olmuş ha bin! İkisi de boğar. Mekki Efendiden görünüşte gramer lisan okuyorduk ama bizi adeta yıkadı pakladılar. Milletin hanımına kızına bakmak ne kelime, belediye otobüslerinde kadın kokusu almayalım diye burnumuzu tıkardık o yaşta... Çok yemeklerini yedim, sevdiğimi anlamış olmalı ki pilav üstü balık yaptırırlardı bana. Çaya bayılırlardı. Buharı buruk demler ince belli bardaklara dökülürken şiirler okurlar.

Meclisi erbabı dil bir lahza sensiz kalmasın

Hurmetin inkar eden dünyada hürmet bulmasın.

UZUN YOL

Teknik Üniversite, mastır, doktora... "Ama bu yol çok uzun" derlerdi bana... Öyle ya kısa yoldan İlahiyata girebilir, vaiz olabilirdim mesela... Oğlu da Maden Mühendisliğinde okuyordu... "Ne işi var" derdi, "dağlarda taşlarda..."

- Ama efendim o çok başarılı, ihtimal asistan yaparlar, araziye filan da çıkmaz. "Öyle mi" dedi, rahatlamış gibi geldi bana... Muhib Amca "Seyyid Abdülhakim Arvasi Hazretleri, Mekki Efendiyi bizzat okuttu, tedrisini sıkı tuttu" diye anlatırdı... Kuşlar koşardı yardımına..." Mekki Efendi mütevazı yaşardı. Çantasını eline alır yürürdü, tramvay, treleybüs artık ne bulursa... Halbuki makam arabası isteyebilirdi pekâlâ... Yâ Allahü biketehassantü ve abdike ve resûlike seyidina Muhammedin sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem estecertü... Bunu çok okurlardı, üstüne basa basa. Dua, dua, dua... Üzerimizde öyle çok hakları var ki ödeyemem asla...

GIPTA EDERDiM

İhlas Yuvaya yeni taşınmışız, geldi "müsait olur musunuz hocam, birlikte arabi okusak?"

- Tabii buyurun. Ben de "herhalde heves ediyor" diyorum. Bir İnşaat profesörünün Arapça ile ne işi olabilir ki? Bir baktım deniz derya... Seyyid Fehim hazretlerinin oğlu vardı. Muhammed Reşid Efendi! Babasından okurdu, belli bir seviyeye çıktıktan sonra "müsaade ederseniz" diyor, "medreselerde tahsil göreyim biraz". Çünkü ev kalabalık, konuklar, mihmanlar... Kitaplarıyla baş başa kalamıyor. "Sen bilirsin" buyuruyorlar. Muş'a gidiyor, bir âlimin önüne oturuyor. Arvas'ta talebeler akşam kendileri çalışır, sabah hocalarına anlatırlar. İmam-ı Nevevî hazretlerinin usulünü yaşatırlar.

- Efendim müsaade ederseniz ben okuyayım, siz tashih buyurun. Okuyor mânâsını veriyor, hoca hayran. "Sen bunları kimden öğrendin?"

- Babamdan!

- Topla kitaplarını, doğru babana! Bu seviyede âlim bulamazsın buralarda!

Baktım Mehmet ağabeyin seviyesi de bizden yukarıda. Kolay mı, Mekki Efendiden okumuş zamanında... Rahmetlinin güzel hasletleri vardı. Mütevazıydı, cömertti. Ramazan-ı şerifin son on gününde, en kıymetli bölümünde vefat etti. Hem de Efendimiz "Sallallahü aleyhi ve sellem" gibi pazartesi... Allahü teâlâ avf mağfiret eylesin, cennette kavuştursun cümlemizi. Mehmed Said Arvas

HER ŞEYiN YENiSi DOSTUN ESKiSi...

Mehmet Yücel ile Kuleli'de birlikte okuduk. Okulun cimnastik takımındaydı, müthiş güçlüdür, tek eliyle barfiks çeker, tek eliyle amuda kalkar. Sonra o mühendis olmaya niyetlendi, ben ise öğretmen... Yollarımız ayrıldı ama ayrılamadık hayat boyunca... Edirnekapı'da iki odalı mütevazı bir evleri vardı. Babası astsubay emeklisiydi hacı Vehbi Amca... Annesi Nahide Teyze tam Osmanlıydı, çok yemeğini yedik. Nur içinde yatsınlar... 961 ya da 62 olabilir. İbn-ül Emin yurdunda kalıyorum o zamanlar. Yatsıyı kılmışım, yatmaya hazırlanıyorum, Mehmet Abi geldi. Hüseyin abi dedi Hilmi Bey hocamıza gittim, evde yoklar.

- Sanırım Bursa'dalar

- Kalk biz de gidelim. Buluruz İnşaallah! Gece 12, çıktık yola, vapur, tren vardık Kartal'a... Sabah namazını kıldık, atladık arabalıya, ver elini Yalova. Sonra Bursa. Saim Ağabeyin Karagöz parkı civarında iki katlı bir evi vardı. Orada olabilirler ihtimal, baktık bahçede oturuyorlar. Hocamız sordular "hayrola?" Ses yok. Neyse bir köşeye diz çöktük, ne muhabbetler ne muhabbetler. Doyamadık inan. Akşam bir otelde kalıyoruz, sabah peşlerine düşüyoruz. soluk soluğa...

ÂŞIK MAZURDUR

Saim Abi o gün yine haber sızdırdı "akşam terlikçi Mehmet Efendideyiz. Filan sokakta..." Kapıyı çaldık, hocamız açmaz mı?

- Niye geldiniz? Gözümüz yerde, çıtımız çıkmıyor.

- Sizi kabul etmiyoruz efendim. Döndük. Baktık yanındaki bina otel. "Boş yer var mı" "Var!" Bir oda tuttuk ki pencereleri karşılıklı. Zaten yaz günü camları açmışlar. Söndürdük ışıkları sohbeti eksiksiz dinledik. Noktası noktasına... Ve Saim Abiden bir işaret daha. "Yarın Şakir Efendi'ye gideceğiz. Haberiniz ola!"

- Abi orayı nasıl bulacaz?

- Kolay... Mudanya arabalarına binin, Yörük Ali Köyü hizasında inin, tepeleri aşar gelirsiniz, sora sora... Dediği gibi yaptık. Bağlar bahçeler arasından köyü bulduk. Ama hangi ev bilmiyoruz. O zamanlar şimdiki gibi araba bolluğu yok. Baktık bir evin önünde şevrole yatıyor. Kapıyı çaldık.

- Siz de misafir var mı?

- Vaa

- İstanbul'dan?

- He ya Daldık içeri. Hocamız karşımızda. "Hayırdır kardeşim?" Sükut... Ne diyebilirsin ki?

- Buyurun oturun peki! Akşama kadar yedik içtik, bağa gittik, sohbet dinledik. Akşam oldu ayrılmıyoruz, yatsı oldu yine ayrılmıyoruz. Zaten o saatten sonra nereye gideceksin ki? Hocamız Şakir Amcaya "Efendim size iki emanet bırakıyorum" dediler, "iyi bakın bunlara!"

BALTAYI TAŞA...

Mehmet Yücel, Enver ağabeyle Almanya'ya gidiyorlar. Domuz eti olabilir diye lokantalara girmiyorlar. "Abi" diyor, "şuradan domates peynir alsak?"

- İyi de nerede yiyeceğiz? Kolay deyip bir bahçe duvarından içeri atlıyor. İşaret ediyor "haydi haydi sen de gel!" Çıkını seriyorlar. Çamlar çimler, ohh ne âlâ ne âlâ... Ama bi tuhaflık var, millet acaib acaib bakıyor. Derken etrafları sarılıyor. Kara kara gözlüklü adamlar. "Ne işiniz var burada?" Mehmet abi kaygısız, buyrun buyrun deyip lokma uzatıyor hâlâ.

- Siz nerede olduğunuzu biliyor musunuz?

- Yooo! Meğer Alman istihbarat merkeziymiş iyi mi? Başlarındaki şef "kötü niyetli olmadığınız belli" diyor. "İyisi mi biz arkamızı dönelim, nereden girdiyseniz çıkın oradan. Çabuk, kaybolun, iş büyüyecek yoksa!" Şaka değil casusluktan sorgulanacaklar. Yine Japonya'ya gidiyor, ünlü bir otelde kalıyorlar. Mehmet Abi çamaşırları yıkamış asmış balkona... Ama efendim otel 5 yıldızlıymış... Kimin umurunda? Hasılı Mehmet Abi rahat bir insandı. Saftı, samimiydi, içi dışı birdi. Kolay hayır diyemezdiniz ona... Hüseyin Şener

ÇOCUKLA ÇOCUK OLURDU

Dr. İbrahim, o ve ben üçümüz iyi anlaşırdık. Çocuklara eğitime giderdik, ona bayılırlar, "Profesör Amca" diye etrafını sararlar. Miniklere matematiğin sırlarını öğretir, lisanla ilgili ipuçları fısıldar. 5 lisanı rahat konuşurdu zira... İyi yerdi. Bir gün bize geldi. Bir kazan dolma getirdim, bitirdi. Gittim mutfağa "Hanım başka?"

- Siz kaç kişisiniz ya? Eşikte sadece bir çift ayakkabı var da...

- Evet ama o ayakkabının sahibi Mehmet Abi olunca...

Vefatı bizi çok sarstı, sanki evden biri eksildi. Mübarek çok vefakârdı, cenazelere mutlaka iştirak ederdi. Geçenlerde biraz para bıraktı. "Nedim Abi al bunu hayra harca!"

- Hayrola?

- Sanırım vaktimiz geldi. Hazırlansak iyi olacak... Nedim Köker

İrfan Özfatura

Türkiye Gazetesi

12.09.2010

 

http://www.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/irfan-ozfatura/461110.aspx

Makaleyi paylaş

Submit to FacebookSubmit to Google PlusSubmit to TwitterSubmit to LinkedIn

otag1 otag2 Kayı 11 Kapak  otag iii