Göz alıcı yalanlar, mantık yanlışları, tarihi hatalar... 32 kısım tekmili birden, "Safiye Sultan" romanında...

Yıl, 1983. İstanbul'da Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nin Vilayet Bahçesi içerisindeki arşiv binasında çalışıyorum. O gün arşivdekiler, önemli bir devlet büyüğünü ağırladılar. Yetkililerden gerekli bilgileri alan devlet büyüğümüz arşivde araştırmalarda bulunan ilim adamları ile de sohbeti ihmal etmedi.

Bu arada Amerikalı bir bayanla arasında geçen konuşma çok ilginçti.

— Siz nereden geldiniz?

Amerikalıyım.

Hangi konuda çalışıyorsunuz?

— Osmanlı padişahlarının hanımları üzerinde çalışıyorum. Daha doğrusu Harem-i Hümayun hakkında araştırma yapıyorum.

— Ooo! Çok güzel. O hanımların entrikalarını da yazıyor musunuz?

Amerikalı önce entrika kelimesinin manasını çıkaramadı ve ne demek manasına; “Entrika...” diye sordu.

Devlet büyüğümüz açıklama gereğini duymuştu:

— O kadınların yanlış işleri, dalavereleri, devlet işlerini bozmaları, gizli planları...

Amerikalı bayan bu kez ciddileşmişti:

— Entrika yoktur, diye cevap verdi ve sordu:

—Allah aşkına nereden çıkarıyorsunuz bunları?

Bizimkinin verecek cevabı yoktu. Lafı değiştirip başka konulara girdi ve sonra da salonu terk etti.

O gün öğle paydosunda isminin Leslie Peirce olduğunu öğrendiğim orta yaşlardaki Amerikalı hanımla arşiv bahçesinde çay içerken o günkü konuşmayı ve gerçekleri sordum.

Kadıncağız çok şaşkındı.:

— Sizleri anlayamıyorum. Tarihinize karşı neden böyle önyargılısınız. Ben arşivi gelmeden önce Osmanlı saray kadınları hakkında tarihlerinizde yazılanları okudum. Ne yalan söyleyeyim, onları cahil, dört duvar arasında kalmış, hiç bir dünya görüşleri olmayan kimseler olarak algıladım. Şimdi ise bütün fikirlerim değişti. Onlar gerçekten mükemmel bir eğitim ve terbiye görmüş insanlar. Padişahların küçüklüklerinde devlet işlerini mükemmel takip edebiliyorlar. Nurbanu ve Safiye Sultanlar İngiliz ve Fransız kraliçeleri ile mektuplaşıyorlar. Leslie hanım hayranlık içerisindeydi. Sonra birden,

— Kösem Sultan, dedi. O günlerde TV'lerde gösterilen IV. Murad dizisi sebebiyle bu valide sultan pek gündemde idi. Belki en çok entrika içinde gösterilen bir hanım sultandı. Meraklandım,

— Peki o nasıl, diye sordum. Leslie cevap verdi:

— Siz ona yapılan iftiraları ödeyemezsiniz, dedikten sonra, mutlaka eksiklikleri ve hataları da var. Bunları görüyorsunuz. Ancak entrika kelimesi farklı. Sanki devletini yıkmak için çalışıyor zannediyorsunuz. Oysa onların her işleri devletin menfaatine yönelik. Fakat uygulama yanlış olabilir, dedi.

Leslie hanıma o gün en çok dokunan, devlet büyüğümüzün “O hanımların entrikalarını da yazıyor musun" demesi olmuştu.

— Keşke bana, o hanımların nasıl kimseler olduklarını söyle deseydi de bir kaç dakika anlatsaydım, dedi.

Leslie Peirce Başbakanlık Osmanlı Arşivi ve Topkapı Sarayı Arşivi ile İstanbul kütüphanelerinde bir kaç yıl çalıştı. Sonra onu görmez oldum.

1983'te tanıştığım Leslie hanım, tam on yıllık yorucu bir çalışmanın sonunda 1993'de eserini yayınlamıştı. Eser, 1996'da Harem-i Hümayun adıyla Tarih Vakfı Yurt Yayınları arasında Ayşe Berktay'ın çevirisi ile çıktı. Derhal okudum ve son derece ciddi yapılan bu araştırmayı hemen herkese tavsiye ediyorum.

Leslie Peirce'ın Osmanlı hanedanı, zevceleri, cariyeleri, hasekiler, valide sultanlar, kadınların saltanat gücü ve toplumun buraya bakışı hakkında bilgiler verdiği bu ciddi eseri basında o kadar yer bulmadı.

Buna karşılık 2000 yılına damgasını vuran Safiye Sultan romanı, bir anda kitap dünyasını allak bullak etti. Nedense bütün yazılı ve görsel medya aylarca bu kitabı “best seller” listesinin en başına yerleştirdiler. Sadece yerleştirmekle kalmayıp övgü dolu ifadelerle okuyucularına da tanıttılar. Bu arada kitabın yazarı Ann Chamberlin Türkiye'ye geldi, röportajlar yaptı, imzalar dağıttı. Son derece mutlu olduğu gözleniyordu.

Roman, bazı talebelerimin sordukları sorular üzerine ilgimi çekti. Zira kitap eleştirmenleri gerçek bir tarihî roman derken suallerden pek öyle olmadığı anlaşılıyordu.

Ayraca kitap hakkında bilgi sunanlar bana hep Leslie Peirce hanımı hatırlatıyordu. İşte bazı tarifler:

“Yazarın insanı kıskandıracak bir Osmanlı tarih bilgisi ve akıcı bir dille kaleme aldığı bu kitapta saray entrikalarını ve taht kavgalarının arka bahçesini okuyacaksınız.”

“Tarihsel zenginlik ve çarpıcı bir romantizmle işlenmiş olan bu romanda Muhteşem Süleyman’ın hüküm sürdüğü topraklarda yaşayan büyük bir aşkın yanı sıra saray ve harem entrikalarına hadımlar arasındaki ölümcül mücadeleye ve erotizmin en uç, en sapa boyutlarına tanık olacaksınız.”

“Dopdolu bir tarih günümüze büyük bir canlılıkla taşınmış. Çok titiz bir çalışma."

“Doruğunda bir tarihi roman. Bu kitap çok renkli ve gerçek...”

Dikkat edilirse bütün eleştirmenler kitabin gerçek bir tarihi yansıttığını ifade etmekteler. Zira romanın tüm kahramanları gerçek kişilerden oluşuyor, dolayısıyla okuyucu büyük ölçüde kitabın doğru olduğunda karar kılıyor.

Ancak hep o entrika kelimesi. İnsanı büyüleyen, meraklandıran, ilgilendiren tılsımlı kelime. Entrikalar... Her halde okuyanların hoşuna gidiyor.

Oysa bakınız Leslie Peirce eserinin önsözünde nelere meydan okuyor.

“Bu kitabın konusu harem. Yani, yüzyıllarca batıda yanlış algılanmış bir kurum. Bu yüzden de kitap belki çoğu tarihsel araştırmalardan daha çok bir yorum çalışması. Hedeflerinden biri de Batılı tarih bilincinin derinliklerine yerleşmiş bazı efsanelere meydan okumak olduğu için kitap bir dereceye kadar Batılı okurlar için geliştirildi. Öte yandan bu savların Türkiye baskısı okurlarını da ilgilendireceğini sanıyorum. Ne de olsa kadınlar saltanatı üzerine Türkiye'deki tarih yazımı taraflılıktan tamamen kurtulmuş değil.

Leslie hanım, kitabının girişinde de, “Biz Batılılar İslam toplumunda cinselliği saplantı haline getirmek gibi eski ama hâlâ güçlü bir geleneğin mirasçılarıyız.” derken Safiye Sultan romanının da bir ölçüde saplantısını ortaya koymuş oluyor.

İki saatte sakalı uzayan hormonlu Osmanlı

Gelelim Safiye Sultan romanına...

Biraz muhakeme kabiliyeti olan bu eserdeki akıl almaz çelişkilere, biraz tarih bilgisi olan inanılmaz hatalara, biraz Osmanlı toplumunu tanıyan adı konulamayan bir cemiyetin yaşantısına ve biraz da dini bilgisi olan gülünç tanımlamalara şahit olacaktır. Ben bunlardan bir kısmını okuyucularımla paylaşmak istiyorum. Çelişkilerden bazısı çeviri hatası da olabilir. Okuyucularımın sıkılmaması için romanı takip ederek hatalara işaret etmeye çalışacağım:

Romanın kahramanlarından Giorgio Veniero, Venedik dükünden aldığı gizli bir mesajı Korfu valisinin kızı Baffo'ya bir manastır duvarını aşarak ulaştırmayı başarıyordu. Baffo'nun Batılı görünüşü, sakallı Doğulu görünüşüne tercih edeceğini umarak sinekkaydı traş olmuştu.

Ne yazık ki, iki saat sonunda uzamaya başlayan kıllar yalnızca çene ucundakiler değilmiş ve almış olduğu bu kararın doğruluğundan artık kuşkudaymış (I / 13)

Onbeş yaşındaki bir çocuk için iki saatte uzayan kıllar... Kızın karşısında bu uzayan kılları nasıl gördüğü de meçhul.

Veniero bir müddet sonra amcasının birinci, kendisinin ikinci kaptanı olduğu bir gemi ile Baffo'yu Korfu'ya götürüyor. Gemide Müslüman olmuş bir Suriyeli tüccar da (Hüseyin) bulunuyor.

Yolda Malta şövalyeleri gemiye el koyuyorlar. Ancak onların Hüseyin'i öldürüp mallarını ele geçirme isteği karşısında bir anda canavarlaşan Veniero, geminin topunu elde ederek ortalığı kan gölüne çeviriyor. Amcası savaşta ölürken gemiye el koyan şövalyeler ne hikmetse onlarca adamlarını öldüren Veniero ile Hüseyin'i öldürmüyorlar. Hüseyin'i batmakta olan bir geminin güvertesine fırlatıyorlar. Ne batmaz bir gemi ise Türk korsanları daha önce gelip Hüseyin'i kurtaracak ve sonra da şövalyeleri yakalayacaklardır.

Şövalyelerin gemisinin Türkler tarafından ele geçirilmesi ile Veniero ile Baffo da esaretten kurtarılır. Hüseyin'i ilk gördüğünde Veniero'nun tepkisine bakınız:

— Hüseyin, ihtiyar adam! Bu Allah’ın cezası yerde ne işin var (I/86)?. Bir gemi dolusu şövalyeyle boğuşmayı göze aldığı dostunun ölmüş olması, ona daha iyi gelecekti herhalde! Ya kendilerini kurtaran ve Hüseyin'in dindaşları olan gemicilere Allah’ın belası diye bağırmasına ne buyrulur?

600 Kuruş nere 3000 akça nere

Malta korsanlarının gemisini ele geçiren Türk gemisinin kaptanı Uluç Ali idi (Herhalde paşanın adı yazarın hoşuna gitmiş olmalı). Uluç Ali Reis, Korfu valisinden kızı ve kız kardeşi karşılığında para koparabilmek üzere beyaz bayrak çekip kalenin karşısında iki gün oturur.

Onun yumuşak önerilerine karşılık vali tanrıtanımaz Türklere (nasıl oluyorsa) verilecek bir altını olmadığını ifadeyle geber diye bağırır (I/97). Ardından kalesindeki dört gemiyi harekete geçirerek Uluç Ali'yi kaçırtır.

Ne dehşetli senaryo! Canından çok sevdiği biricik kızını ve kız kardeşini bir metelik dahi verilmeyecek Türklerin kucağına itiyor.

Ancak yazar bu durumun komikliğini anlamış olmalı ki sık sık Korfu valisine kızı için paralar teklif ettirir. Hem de artık Osmanlı haremine girmiş kızı için. Ancak bu teklifler de tam bir komedi.

Sokullu'nun hizmetkârı olarak Kütahya'da Baffo ile buluşan Veniero ona aynı zamanda babasının kendisi için beş yüz kuruşu gözden çıkardığını ve meydanlara ilanlar yapıştırdığını belirtir. Şehzade Murad‘ın haremindeki Safiye ne dese beğenirsiniz.

— Babam çok az bir şey teklif ediyor. Bu insanlar için ben şu anda en az altı yüz kuruş ederim! (I/253).

Yazar ya çok cimri veya o dönemin iktisadî hayatından bî-haber.

Leslie Peirce'nin kitabını okuyup Safiye'nin III. Murad’a tahta çıktığında günde 700, valide sultan olduğunda ise 3.000 akça tahsisat aldığını görseydi herhalde aklını oynatırdı.

Ann Chamberlin kitabının ikinci cildine geçtiğinde kendi ifadesi ile Venedik Cumhuriyeti'nin en güçlü valilerinden olan Korfu valisine kızı için yeni teklifler yaptırmakta gecikmez. Onu getireceklere büyük paralar vaat eder (II/30). Ancak büyük paraların ne olduğu 600 kuruşa çıkıp çıkmadığı konusunda ne hikmetse bilgi verilmez.

Mantık hatası mı dediniz, ondan bol ne var

Neyse biz, konumuza dönelim.

Veniero Hüseyin'le konuşurken iri yarı iki Türk gelip Baffo'yu götürmeye çalışırlar. Kız onlara karşı öyle ateşli bir mücadele verir ki, ölmüş askerlerin yerine yenilerinin geleceğini düşünür. Ama adamlar çok güçlüdür ve Baffo'yu alıp kadırgadaki kamaraya taşırlar (I/94). Baffo'nun tekmeleri ile kaç Türk'ü öldürdüğü ise elbette cevapsızdır.

Öte yandan Uluç Ali Reis'in Hüseyin gibi bir isimsiz tüccarın tesiri ile Veniero'ya sunduğu tekliflere bakınız. Savaşta ele geçirilmiş son derece güzel bir kızı Baffo ona sunmak, istedikleri yere gitmelerine izin vermek veya Türklerle birlikte kalmak (I/96, 98).

Ancak o ne kızı alıyor ve ne de bir yere gidiyor. Bunun durumu da Korfu valisinden bin beter.

Veniero bu akıl almaz davranışını, “Ölümünden sonra geri dönecek bir yakınım kalmamıştı ve İtalya’da bir geleceğimin olacağı da şüpheliydi” (I/98) diyerek açıklamaktadır.

Denizlerde geçen başarılı bir hayat (I/13), Venedik'in soylu Lordlarının dikkatini çeken (I/47) ve nihayet Venedik düklerine gizli mesajlarını iletecek kadar yakın (I/9) bir zatın yine kendi ifadesi ile düştüğü sefil vaziyete bakınız. Tek bir dostu kalmış, o da Hüseyin.

Uluç Ali'nin kendisine sunduğu altın fırsatların hepsini reddeden Veniero, İstanbul’a vardıktan sonra tüccarlar eline düşen Baffo'yu kurtarabilmek için Hüseyin'le birlikte 300 kuruşun peşine düşecek ve toparlayamayacaktır. Hem de Uluç Ali gibi bir reisin yanında itibarlı, tüccar, beyefendi Hüseyin'in tüm çabalarına rağmen (I/118-121).

Veniero İstanbul’a vardığında Hüseyin'in evine yerleşmiştir. Hüseyin'in hanımını tabii olarak hiç görmediğini ifade ederken hemen ardından onun gerçek bir beyefendi olduğunu belirtip hanımın da bunun farkında olduğunu her nasılsa anlıyor (I/112).

Üç erkek bir banyoya

Evin özel bir hamamında Hüseyin ve kayınpederi yıkanırken onu da beraber yıkanmaya davet ediyorlar. Ancak o yan çiziyor ve yıkanmıyor. Buna rağmen Hüseyin ve kayınpederi akşam namazına giderken kendi kendine yıkanması için serbest bırakıyorlar (I/112).

O devirde Türklerin genellikle hamamlarda yıkandıkları ve evlerde şayet varsa çok küçük banyoların olduğu bilinen bir gerçektir. Evde üç beş kişinin beraber yıkanması, hele Veniero'nun bir gayr-i Müslim olduğu gerçeği, namazlar için camiye gidildiğine göre onun evde yalnız bırakılması, yazarın Türk aile hayatını hiç bilmediğini gözler önüne seriyor.

Veniero'nun yıkanma sahnesi de bir garip: Küçük odanın musluklarından inanılmaz derecede bol ve kaynar su akarken o, “Yeleğimi ve gömleğimi çıkardım, kafama bir tas su döktüm” demektedir. Hayatta hiç yıkanmamış birisini yıkatırsanız böyle olur!

Akabinde oraya bırakılan temiz giysileri giymeyip belki aylardır yıkanmamış ama kendi kokusunu taşıyan elbiselerini giyiyor (I/112). Ev sahiplerine Allah dayanma kolaylığı versin.

Veniero ve Hüseyin ertesi gün İstanbul’u geziyorlar. Bu arada esir pazarındaki Baffo ile görüşüyorlar. Ancak tüccarla antlaşma sağlayamadıklarından gezmelerine devam ediyor. Bu arada bir hamama gitmeyi de ihmal etmiyorlar.

Peştamal ki gerçek, sünnet mi?

Veniero, hamamdaki Türk namus anlayışından ve herkesin peştamalına sarınıp yıkandığından bahsederken yeni bir kehanetten de kendini alamaz ve; “Yan odacıklardaki adamların hepsi Türklerin barbar geleneği sünnetliydiler.” (I/134). Namus anlayışı olan bir hamamda namus dışı bir tespit.

Yine hamamda zina ile suçlanan bir kadının aklanması için gösterdiği formül ise kargaları dahi güldürecek cinsten. İlk kez bir Türk kadını görüyordum. Kadının kocası ve erkek kardeşleri onu şalvarsız sade bir etekle onlarca erkeğin yıkandığı hamamın havuzu kenarına getirmişlerdir. Eğer masum değil ise etekleri yukarı doğru havalanacaktır (I/134-135). Ann Chamberlin çocukluğunda dadısından dinlediği masalların tesirinden kurtulamamış olmalı!

Veniero o gece Baffo'yu kaçırmak üzere Türk filmlerine taş çıkartırcasına asma dallarında Zagor gibi gezinerek hanın üst katına çıkar ve eliyle koymuş gibi kızın yanına ulaşır. Önce tartıştığı sevgilisinden o günkü harem ziyaretini dinler. Harem-i Hümayun'a götürülen güzeller güzeli Baffo'nun tekrar niçin hana gönderildiği (I/148-157) ise şaşırtıcıdır.

Ancak bu buluşmanın sonu kahramanlık gösterisi ile bitmez. Veniero tüccarın adamları tarafından yakalanırken ertesi gün esir satıcılarının eline geçer ve daha sonra da hadım edilmek üzere Pera'ya götürülür. Aynı gün Baffo da 400 kuruş karşılığında saray haremine alınmıştır (I/158-161).

Barbar Türklerden hadım etme operasyonu

Kitapta genişçe bir yer bulan hadım edilme hikâyesi hayli tiksinti verici, ürkütücü ve insanı bayıltacak cinstendir. Adamlar, Veniero'nun bedenini neredeyse kan dolaşımını durduracak şekilde bezlerle sarıyorlar. Çok keskin iki obsidyen (volkan lavlarının ani soğuması neticesinde oluşan volkanik kökenli yarı değerli bir taş) taşı kullanarak erkeklik organını kesiyorlar. Kızdırılmış bir demir ile dağlıyorlar. Sonra da kestikleri boşluğu ince ve temiz çöl kumuyla (İstanbul’da nerede buluyorlarsa) dolduruyorlar. Bunlar olurken hem ayık ve hem de seyrediyor.

İşin enteresan yönü, Veniero, bunları ileriki sahifelerde Sokullu'nun hanımı, II. Selim'in kızı İsmihan Sultan'a anlatacaktır (I/325-331).

Kısaca bilgi vermek gerekirse hadım kelimesi, hadim (hizmetçi) kelimesinden galat olarak gelmektedir. Daha çok Avrupa'da toplanan köleler İspanya’ya götürülür ve burada iğdiş edildikten sonra doğuya pazarlanırdı. Çok eskilere dayanan bu ameliyatın basit bir operasyonla ve sadece husyeleri alınarak gerçekleştirildiği anlaşılmaktadır. Nitekim Arapçada da hadıma hası (husyeleri alınmış insan veya hayvan) denilmesi bunun açık bir göstergesidir. Yazarın hayvanlara uygulanmayacak tarzda naklettiği bu operasyon o kadar basittir ki, Bizans İmparatorluğu’nda bazı aileler çocuklarını kilisenin hizmetine vermek için hadım ettirirlerdi. Hatta İmparator Romanos, İstanbul Patriği yapmak istediği oğlunu böyle bir ameliyattan geçirmişti.

Peygamber efendimizin şiddetle yasaklaması sebebiyle hadımlık, İslam ülkelerinde görülmediği gibi bu işe kalkışanlar da takibata uğrardı. Ancak harem hizmetlerinde hadım edilmiş kişiler satın alınarak hizmetkâr olarak kullanılmıştır. Yazar şayet ansiklopedilerdeki hadım maddelerini okumuş olsaydı böyle galiz hatalara düşmeyecekti.

Öte yandan İslam hukukuna göre kadınlarla sosyal münasebetleri açısından, hadımların diğer erkeklerden farkları yoktur. Mesela Müslüman bir kadının yakın akrabası olmayan hadım bir erkekle yalnız başına bir arada bulunması veya böyle bir kişinin yanında el ve yüz hariç vücudunun herhangi bir yerini açması haramdır.

Bu noktadan bakıldığında Ann Chamberlin'in gerçek tarih diye övülen eserinin sıfırı tükettiği ve yazarının hayalleri olduğu kolayca anlaşılacaktır.

İnsan azıcık tarih okur

Diğer taraftan yerli yabancı hemen hemen bütün tarih kitaplarının verdiği bilgilere göre Safiye Sultan Venedikli Baffo ailesindendi. Adriyatik denizinden bir gemi ile geçerken Türk korsanları tarafından yakalanmış, çok güzel olduğundan o sırada Manisa sancakbeyi bulunan II. Selim'in oğlu Şehzade Murat'a takdim edilmiştir.

Tarihî kayıtlara göre Safiye Sultan 1562'de III. Murat’ın haremine dahil olmuştur. Nitekim Ann Chamberlin de Veniero ile Baffo'nun İstanbul’da neticelenecek meşhur Korfu deniz yolculuğunu 1562'de başlatmaktadır (I/68).

Ancak yazar, Baffo'yu İstanbul’a getirdikten sonra Osmanlı tarihini hiç bilmediği ve araştırma zahmetine de girmediği için hata üstüne hata yapıyor.

İstanbul’da Harem-i Hümayun'a giren Safiye (Baffo), -nasıl oluyorsa- aylarca (I/169) ders alırken sonra bu süre bir iki haftaya (I/192) iniyor. Buradan Kütahya'ya İkinci Selim'in hanımı Nurbanu'nun yanına geliyor. Yazar tarafından belki Murad'ın annesi Nurbanu tarafından onun görünmek istenmesi kurgulanmış olabilir. Yalnız o tarihte Şehzade Murad'ın Kütahya'da gezdirilmesini anlamak güç. Zira III. Murad o esnada Manisa sancakbeyliği yapmaktadır.

Safiye, Kütahya'da bir taraftan eğitimini ilerletirken diğer taraftan Nurbanu'dan mükemmel tarih dersleri de (!) almaktadır.

Kanunî oğlu Mustafa’yı boğdurttuktan sonra hiç bir şeyden haberi yokmuş gibi İstanbul’a dönüyor (I/198). Oysa o son seferi İran seferi için Haleb'e doğru hareket etmişti.

Kanunî, Mustafa’nın ölümünden sonra benzer durumların meydana gelmemesi için diğer iki oğlunu sancaklara çıkartıyor (I/199). Oysa şehzadeler yıllardır sancaklarda görev yapmaktaydılar.

1563'te Bayezid'in isyan ettikten sonra İran’a kaçtığını ve halen orada olduğunu belirtiyor (I/200). Oysa Bayezid ve oğulları 1561'de geri alınmış ve cezaları verilmiştir.

Safiye bu arada müstakbel beyini de merak ediyor. Ancak onu uzaktan gördüğünde ne iştahsa onunla değil de yanındaki çobanla ilgileniyor (I/223).

Bir sancakbeyi olan şehzade, kucağında koyunlar bulunan iki çobanla geziniyor. Ne manzara!

Nerdeydi benim hançerim

Safiye'nin Kütahya'da (!) III. Murad'ın haremine girdiğinde anlatılanlar da tam bir komedi.

Safiye'ye kızan şehzade beceriksiz elleriyle kuşağının arasındaki hançerini aramaya başlıyor (I/237). Sanki ormanda kelebek avlıyor mübarek. Neyse, hançeri kınından çıkaramamış olacak ki, kınıyla saldırıyor. Kızın etinde kının kaba kenarları yara açınca şehzade kendine geliyor. Demek ki, o esnada kendinde de değilmiş. Bıçağın çarptığı eli sızlarken birden kan da fışkırmaya başlıyor. Eh artık Safiye'nin gözlerinden de yaş gelmesi lazım (I/237).

Oysa Osman Gazi'den itibaren tüm şehzadelerin mükemmel bir silah eğitimi aldıkları bilinmektedir. Nitekim III. Murad da, “Sağlam yapıda, kuvvetli, iyi silah kullanan ve iyi ata binen bir zat idi” denilerek anlatılmaktadır.

Safiye'nin Murad'ın haremine girdiği günlerde Kütahya'ya biri daha gelir. Bu Veniero adıyla tanıdığımız Abdullah’tır. Hadım edildikten sonra Sokullu Mehmet Paşa tarafından satın alınmış ve Sokullu'nun müstakbel hanımı II. Selim'in kızı İsmihan Sultan'ın hizmetine girmek üzere Kütahya'ya gelmiştir. Hem de ne geliş!

Ben hadımı gözlerinden tanırım

Harem'de babasının hanı gibi gezerken Safiye Sultan'a rastlar (ne tesadüf!). Onunla konuşurlarken Şehzade Murad gelir. Gözdesini hadımdan kıskandığından derhal onu dövmeye başlar.

Bu durumu gören İsmihan Sultan, kardeşine, daha ilk kez gördüğü halde -nereden biliyorsa- "Dur kardeşim! O bir hadım!" diye bağırırken (I/255), Abdullah onlarca kadının arasında onun yeni sahibesi olduğunu sesinden bir çırpıda anlayıverecektir (I/254). Murad'la Abdullah dövüşmeye devam ede dursunlar kadınlar ise saray dedikodularına dalıp gitmişlerdir (I/255). Her halde köy çeşmesinin önünde iki küçük çocuk kavga ediyor.

Sonunda Abdullah’ın güç gösterisi ile biten bu kavgada hadımın hayatta kalması ise yazarın bir lutfü olsa gerek.

AA.. Sokullu devşirmeymiş, bilmiyorduk

Hemen ardından yeni ve gülünç bir bölümle roman devam ediyor. Abdullah, hizmetkârı olduğu İsmihan'la kısa zamanda senli benli olmuş, konuşuyorlar.

İsmihan ona Sokullu'yu soruyor. O da yalnızca bir kez gördüğü (I/266) Sokullu'nun 19-20 yaşından sonraki (yaklaşık 34 yıllık) yaşamıyla ilgili bildiklerini bülbül gibi döktürüyor (I/269). İsmihan da saf saf dinliyor.

— Hele unutmayın hanımım, Sokullu Paşa Enderun'dan geliyor, deyişine İsmihan'ın şaşırarak:

— Yani devşirmelerden biri öyle mi, deyişi var ki (I/267) güler misin ağlar mısın?

İlerleyen bölümlerde Safiye ve İsmihan Sultan İstanbul yolundadırlar. İki hanım kafalarına göre hizmetkârları ile istedikleri gibi kafileden koparak bir vadiye gelirler. Burada eşkıyaların saldırısına maruz kalırlar. Safiye'nin hizmetkârlarından üçü bir anda öldürülürken kadın gibi gizlenen ve çok önemsiz görünen Veniero (Abdullah) iki kadınla birlikte haydutların eline düşer. Günlerce esir olarak ellerinde tutulur. Ancak bir gün hiç önemsemedikleri ve kadın gibi gördükleri Abdullah, süpermen olarak yedi haydudu öldürür ve hanım sultanları sağ salim getirir (I/287 vd).

Muhteşem Süleyman döneminde padişahın torunu ve gelini için yazılan senaryolara bakınız. “Harem entrikalarına ışık tutuyoruz” diyen Ann Chamberlin'ın entrikaları o kadar açık bir şekilde sırıtıyor ki.

Sokullu ve III. Murad'ın kadınları cezalandırmak istemeleri esnasında ise Abdullah, hamamdaki meşhur aklanma hikâyesini unutmamıştır. İnce zekâsıyla derhal bu usulü tavsiye eder ise de uygulanmaz. Yazarın harem hayatı kadar Türk aile yapısına da ne denli vakıf olduğu bir kez daha tescilleniyor (!).

Behey, hane harap, ben bunun neresini düzelteyim?

Aslında Ann Chamberlin'ın üç ciltlik Safiye Sultan romanındaki yanlışları düzeltebilmek için neredeyse üç cilt eser vermek gerekecek. Zira Roman tam anlamıyla “Behey, hane harap, ben bunun neresini düzelteyim?” cinsinden. Bu itibarla okuyucularımı sıkmadan en bariz hataları sıralamaya devam edeceğim:

Romanda Safiye Sultan hakkında anlatılanlar da akıl çatlatacak iftiralarla dolu...

Üçüncü Murad'ın Manisa'da olması gereken gözdesi İstanbul’daki Sultan Süleyman’ı izliyor ve zaman zaman “keşke onun yatağı için alınsaydım” diye aklından geçiriyor (II/49).

Bu sırada Kütahya'da (efendisi II. Selim'in yanında) olması gereken Nurbanu ise bu düşünceleri nasıl okuduysa:

— Bu doğru değil, diyor ve devam ediyor: “Onun zaten bir oğlu var ve bir de torunu var. Senin efendin olan torunu (II/49). Gelinine tam bir Avrupaî cevap olmalı!

Bu balığın bu kavakta işi ne

Bütün bu olayların Chamberlin'ın hayalleri olduğunu bilmek insanı rahatlatıyor. İşte hayal romanın belgesi.

Yıl 1564 (II/45), kocası II. Selim'in Manisa'ya tayinini bekleyen Nurbanu, Safiye'nin entrikaları neticesinde Manisa'ya oğlu Murad'ın, kendilerinin ise Kütahya'ya gönderileceğini duyunca küplere biniyor. Safiye'ye akıl almaz ağır ifadeler kullanıyor (II/74-88).

Oysa II. Selim Kütahya'da, oğlu III. Murad da iki yıldır Manisa'da valilik yapmaktadırlar. Safiye'nin Manisa'daki hayatı 1562'de başladığına ve bu tarihte III. Murad Manisa'da vali bulunduğuna göre gözdenin Osmanlı ülkesindeki hayatı yeni başlamaktadır. Böylece yazar, romanının ikinci cildi 92'nci sahifesine kadar olan kısmının hayalî olduğunu bizzat tescillemiştir.

Romanın bundan sonraki bölümleri Osmanlı tarihine vakıf olanlar için tam bir kâbus halini alıyor!

Yazar, Sokullu'nun İsmihan Sultan'dan doğan üç oğlan çocuğunun hepsinin öldüğünü belirtir (II/143). Ve daha da ileri giderek İsmihan'a kıymetine uygun bir tarzda iftira ederek Ferhat Paşa’dan gayr-i meşru bir kız çocuğu sahibi olduğunu ve onun yaşadığını ifade eder (II/298-300).

Oysa İsmihan Sultan’ın Sokullu Mehmet Paşa’dan 1565'te İbrahim adında bir oğlu olmuştur. Kapıcı başılık, şehreminliği ve başkapıcıbaşılık görevlerinde bulunan İbrahim hanzadeler Eyüp'te ikamet etmekte ve yakın zamanlara kadar Sokullu ile İsmihan Sultan Evkafı’nın mütevellisi idiler.

Sokullu Mehmed Paşa İsmihan Sultan ile evlendiğinde merkezde ikinci vezirlik makamında bulunuyordu. Oysa yazar onu, Manisa'da gösterirken İstanbul’da olan hanımı İsmihan'a da kocasıyla olabilmek için ne planlar yaptırıyor. Yüzlerce Türk gemisi dururken Abdullah gizlice bir Hıristiyan gemisini tutuyor. Gayr-i Müslim kaptan ve tayfalar arasında Sokullu'nun hanımıyla yolculuk ediyor (II/148 vd.). Balık kavakta yüzüyor deselerdi daha inandırıcı olurdu!

Şalvardan bayrak! Olur mu olur

Sakızlı kaptan Juistiniani'nin gemiye gelen İsmihan'i hiç söylenmediği halde bir görüşte tanıması (II/159), yolda Osmanlı gemilerinin içinden İsmihan'in şalvarından bayrak yapıp geçmeleri (II/175, 188) ve daha ne teraneler.

Kanunî'nin vefat edip II. Selim'in başa geçmesinden sonra Sokullu'nun hadım Abdullah'la uzunca süren bir sohbetinde geçen konuşmalar pek ilginç.

Sokullu Abdullah'a, “Hanımımın yanında koruma olarak kaç hadım var?” Sualine “Bir!” cevabını alınca “Ben bir buçuk aydır bir cenazeyi (Kanunî'nin) yarım milyon kişilik bir orduyla korudum. Zavallı karımın korunmasını neredeyse çocuk sayılabilecek bir hadıma bırakmışım” (II/256) diyerek ağlamaklı oluyor.

Oysa Sigetvar seferinden yarım milyon değil en fazla yüz elli bin kişilik bir ordu dönüyor. İkincisi Kanunî'nin ölümü askerden gizlenmişti. Üçüncüsü cenazeye kim saldıracaktı da onu korumuştu. Dördüncüsü haremdeki İsmihan Sultan’ı kimden koruyacaklardı.

Bütün bunlara karşılık insanın aklına masal yazarının, Sokullu'nun nedense zavallı diyerek acıdığı hanımını korumak için iki yüz elli bin kişilik bir ordu kurdurmadığına şükredesi geliyor.

Bu arada sohbet daha da tuhaflaşıyor. Sokullu hadımına kendisinin evleneli kaç yıl geçtiğini, kaç çocuğu olduğunu, ölüp ölmediklerini sorması ve her defasında yanlış bilmesi sebebiyle hadım tarafından düzeltilmesi (II/257-259) insanın aklına şu izlenimi getiriyor.

Kaynaklarda Sokullu için: Son derece kuvvetli bir hafızaya malik idi. Hareketleri nazik, kibar, natıkası çok kuvvetli ve cazibeli idi denildiğine göre Ann Chamberlin'in bir psikiyatriste görünmesi gerekiyor.

Olay aslında Afrika'da geçiyor

Romanda İsmihan Sultan'la gayr-i meşru ilişki içerisinde gösterilen Ferhat Paşa hakkında verilen bilgilerde bir kaç bölümü işgal etmiş. Ancak yanlışların düzeltilebilmesi için sanki yeniçeri palası gerekli.

Bir alaybeyi ve sonra sipahi başı olan Ferhad'ın Konya valisinin evinde kalmasının (II/283) imkânsızlığı üzerinde dahi duramıyorsunuz. Zira aynı Ferhad Bey çok daha önceleri Manisa sancak beyliğinde bulunuyordu (II/79). Sancakbeyliğinden alaybeyliğine terfi!

İlerleyen yıllarda Ferhat Paşa’nın III. Murad'ın kızı Ayşe Sultan'la evlenmesi (III/349) tam bir hayal mahsulü. Zira Ayşe Sultan o tarihlerde Kanijeli İbrahim Paşa ile evlidir.

İsmihan Sultan'la Ferhad Paşa’nın vefatını trajik bir senaryo ile aynı günlerde bitiren yazar (III/419-421) birazcık tarih bilgisine sahip olsaydı İsmihan'ın 1585 yılında vefatına karşılık Ferhat Paşa’nın 1595'te öldüğünü anlar, altından kalkamayacağı fahiş hataları işlemezdi.

Safiye Sultan romanının eleştirmenleri yazarın Osmanlı Türkiyesi sosyal hayatına ve yaşantısına vukufiyetinden de övgüyle bahsederler. Bunlar ya roman okumamışlar ya da Afrika’nın balta girmemiş ormanlarında yaşıyorlar.

Ve aleyküm selam... Selamün aleyküm...

İşte Ann Chamberlin'in temcit pilavı gibi sık sık gündeme getirdiği Ramazan ayı ve Oruç hakkındaki parlak ifadeleri!

Zaten bir iki gün içinde Ramazan başlayacak ondan sonra bu şehirde hiç bir iş yapılmayacak (II/154).

“Gün boyu oruçluyduk.” (II/163). Sanki gece boyu olacaklardı.

İlkbaharda seyreden Ramazan’ın (I/325; II/165), birden bire kış ortasına gelivermesi (II/289).

Abdullah ve İsmihan o meşhur gemi seyahatlerinin birinde Ramazanda sık sık kıyılarda geziyorlar. Gündüz yanlarına yiyecek almadıklarından bahsederken tabi şarap da diyerek vurguluyor (II/163). Sanki diğer günlerde padişahın kızıyla şarap içiyor.

Hüseyin'in karşısına geldiğinde ”Ve aleyküm selam” dedi, “Selamün aleyküm” diye cevap verdi (III/319).

Yazarın her işinin tersine olduğu selamlaşmaktan belli olmuyor mu?

Yazarın Safiye Sultan’ın dini yönü hakkındaki ifadeleri sanki bir ateisti ifade ediyor. O, anayurdunda da burada da aldığı dini eğitimlere hiç kulak asmazdı. Kendi kutsallığının dışında hiç bir şeye inanmıyordu (II/61).

Hiç bir zaman dini konularla ilgilenmediği için... (II/121).

Baffo'nun kızı için Hıristiyanlık ya da Müslümanlık fark etmezdi. Bunların hiç önemi yoktu (II/211).

Birileri kendisini seyretmedikçe hayati boyunca dua etmedi (I/190).

Diğer valide sultanlarla beraber Safiye Sultan’ın da dinin emrettiği hayırlı işlere cami, mescit yapımı, cömertlik, dul kadın ve yetim kızların evlendirilmesi yanında helal paralarından cihad yolunda gidenlere yardımları yine Leslie Peirce'nin kitabından takip edilebilir. Ann Chamberlin ise okuyucularına bu kadar tarih ziyafeti (!) sonunda Osmanlı Divan-i Hümayunu’nun çalışması hakkında da bilgi vermekten kendini alamıyor.

Kapı ağasının Divan-i Hümayunda ne işi var?

Sık sık Safiye Sultan'a da izlettirdiği III. Murad’ın divanında kimler yok ki! Daha doğrusu olması gerekenlerin dışında herkes var. İbretle izlemek gerekiyor. Bir İtalyan kuyumcu (III/202). Önce Osmanlılara karşı çarpışan sonra birden casus kılığıyla Türkler arasına katılan, Baffo'nun eski gözdesi Andrea bir bakıyorsunuz çevirmen kılığıyla (ne çevirecekse) divanda (III/202), yeniçeri ağası, sipahiler efendisi, Kapı ağası Gazanfer (III/205-206). Neyse ki bu anlı şanlı divan üyeleri (!) arasında Sokullu'nun da adı geçiyor. Yazarın onun yerine de Sokullu'nun çok sevdiği hadımı Abdullah’ı, vekili sıfatıyla divana başkanlık ettirmediğine şükredelim. İnsaf sahibi Avrupalı yazarlardan Jean-Baptiste Tavernier, “Padişahın harem hayati gizli tutulur. Bunun üzerinde konuşmayacağım ve bu konu hakkında hiç bilgi edinemedim. Bu konuda fantezi kurmak kolay ama doğru bir şeyler söylemek olabildiğince güçtür” der.

Leslie Peirce ise bu çeşit anlatımları Avrupalı gözlemcilerin gözündeki at gözlüklerine bağlanması gerektiğini ifade eder. Veya bu yabancı gözlemciler arasındaki dolaşan söylentilerin dinleyicileri ile okuyucuların duymak ve okumak istedikleri olabilir, der.

Gerçekleşmeyen hayaller…

Safiye Sultan, haremde Osmanlı kültürü ile yetişti yaşadı ve hayata gözlerini yumdu. Onun eriştiği muazzam konumu asırlar sonrasında gören Ann Chamberlin aldığı ve yetiştiği kültürün etkisi ile böylesine güçlü bir mevkiye kavuştuğunda neler yapılabileceğinin fantezisini kurdu.

Onun çeşitli söyleşilerde Safiye'ye imrenmesi bunun kanıtı değil mi?

Romandaki Safiye III. Murad'ın gözdesi Safiye değil, Veniero'nun (herhalde kavuşamadığı çocukluk aşkı olmalı) gözdesi Ann Chamberlin'dir.

Doç. Dr. Ahmet Şimşirgil

Not: Bu makale Tarih ve Düşünce, 200009, Eylül 2000, s. 8-19. da yayınlanmıştır.

Makaleyi paylaş

Submit to FacebookSubmit to Google PlusSubmit to TwitterSubmit to LinkedIn

otag1 otag2 Kayı 11 Kapak  otag iii

joomla slicebox 3d image slider