İki büyük merkezin (Osmanlı-İmâm-ı Rabbanî) birbirlerinden habersiz olması düşünülemezdi...

Ahmet Uçar

serhendi

İlk kez ortaya konan arşiv vesikalarına göre Osmanlı yönetimi, bugüne kadar aralarında resmî bir alâka bulunmadığı zannedilen İmâm-ı Rabbânî ve onu temsil eden ailenin ve meşrebin misyonunu iyi kavramış görünüyor.

Nakşi meşâyihi tasavvufu "Al­lah'ın kitabı ve Resulullâh'ın sünneti üzere yaşamak, Hz. Peygamber ve ashabının yaşa­dığı sa'âdet asrı­nı, maddî ve ma­nevî olarak diri tutmak" olarak tanımlarlar. Gü­nümüzde oryantalistler ya da modernist İslamcılar tarafından tasavvufa yüklenmek istenen kaynak, şekil ve metotla ilgili suçlamaların hepsi; hakiki tasav­vufi metin ve kaynaklardan uzak kalmanın ya da meseleye kasıtlı yaklaşmanın bir sonucudur.

Dünyada müslümanların yaşa­dığı bir çok bölgede; irşat, teb­liğ ve tecdit faaliyetlerinde öncü rolü oynayan Nakşi meşâyihi, Ehli sünnet çizgisindeki tavırla­rı, bidat ve hurafeden uzak yak­laşımları, halk içinde Hakk'la birlikte düsturuna uygun, sade ve mütevazı hayatları ile her za­man takdir ve itibar görerek sa­bır ve metanetleri, mücadeleci ve kararlı şahsiyetleriyle bulun­dukları coğrafyaya ilim ve haki­kat ışığı oldular.

Nakşibendiyye Anadolu'da

Resûlullâh'dan başlayan, de­vamlı ve kesintisiz bir silsileye sahip olan ve "Silsiletü'z-zeheb" (Altın silsile) olarak gönüllere kazınan bu yolun, Muhammed Bahaüddin Şâh-ı Nakşibend ile başlayan ikinci vetiresinde; özel­likle Orta Asya'dan Orta Avru­pa'ya uzanan geniş bir alanda et­kisinin arttığı ve müntesiplerinin çoğaldığı görülmektedir. Anado­lu'da ilk nesiller; Ubeydullah-ı Ahrâr'la (h.895-m.1490), bir baş­ka deyişle, Fatih Sultan Mehmed Han döneminde görülecektir.

Yardım ve himmet

Fatih; İstanbul'u fethinin ar­dından şehre gelen Horasan ule­masına büyük bir alaka göstere­rek, Nakşi silsilesinden Ubey­dullah-ı Ahrâr ve halifelerinden Abdurrahman Molla Cami (Ö.1492) ile mektuplaşacak kadar Nakşibendi muhiti ile irtiba­tını kuvvetlendirdi. Meşhur Osmanlı tarihçisi ve devlet adamı Hoca Saadeddin Efendi; Ubeydullah-ı Ahrâr'ın torunlarından Hace Muhammed Kasım'a daya­narak Fatih'in Ubeydullah-ı Ahrâr'dan "yardım ve himmet" is­tediğini  ortaya  koymaktadır. Amasya Tarihînin yazarı Abdizade Hüseyin Hüsameddin, bu başlangıcı daha da geri götüre­rek; Ankara Savaşı'nın hemen sonrasında; 1404-1405'te Amas­ya'da, Şah-ı Nakşibend'in halifelerinden Hace Rükneddin Mahmûd Buhari'nin Mehmed Çelebi Tekkesini açtığını yazar. Muh­temelen tekke,  Şah-ı Nakşibend'e yakınlığı ile bilinen Ti­mur'un Anadolu seferinin sonu­cu olarak ortaya çıkmıştır.

Vahdet-i şuhûd

Ancak Anadolu'da Nakşiben­diliğin ciddi ve kalıcı tesiri, Simavlı Molla Abdullah-ı İlâhi (ö.1490) ile başlar. İstanbul Zeyrek Medresesi talebesi iken, Alaaddin-i Tûsi ile birlikte Hora­san'a giden Molla İlâhi; Ubey­dullah-ı Ahrâr'ın halifesi olarak, Seyyid Ahmed el Buhari (ö.1516) ile birlikte Anadolu'ya döner. Kendisi Anadolu'da Si­mav ve çevresinde irşat faaliyet­lerini yürütürken, halifesi Ah­med Buhari de, Vefa Zaviye­sine yerleşerek İstanbul'da ilk ciddi Nakşibendi muhitini oluş­turur. İkinci Bayezid dönemin de ortaya çıkan Şah Kulu isyanı ve Şiilik tehlikesi üzerine, Ka­zasker Manisalı Çelebinin dave­tiyle İstanbul'a gelen ve Zeyrek Medresesine yerleşen Molla İlâ­hi, İstanbul'daki ulema arasında neşv ü neva bulan vahdet-i vücud görüşüne karşı, vahdet-i şuhudu savunarak, özellikle Ayasofya Camiinde yaptığı sohbetlerle ciddi bir tesir sahası oluşturur.

Büyük ilgi

Nakşi silsilesinden Mahmud-ı İncir Fagnevi (ö.1315)'nin toru­nu olan Emir Ahmed Buhari, Fa­tih civarında Emir Buhari Der­gahını yaptırdı. Sultan İkinci Bayezid de bu dergâha bir mes­cit ve hücre (oda) ilave ettirdi. İstanbul'da büyük alaka celp e­den bu büyük veli, meydana ge­len izdiham karşısında, Ayvansaray ve Edirnekapı haricine iki yeni tekke daha yaptırmak duru­munda kaldı. Onun halifeleri, Anadolu'nun her tarafına Nakşiliği yavaş yavaş neşrettiler. Lamii Çelebi, Bursa ve çevresinde; Halife-i Hamidî, Eğirdir ve çevre­sinde; damadı Mahmûd Çelebi İstanbul'da onun faaliyetlerini genişleterek sürdürdüler. Ha­kim Çelebi tıpta; Lamii Çelebi ise telif (kitap yazımı) sahasında meşhur oldular. Şair Bakiden Kastamonulu Şeyh Şaban-ı Veli'ye ve Kanuni'nin şehzadeleri­ne kadar hocalık yapan ve Sul­tan İkinci Bayezid ve Üçüncü Murad başta olmak üzere tüm Osmanlı sultanlarının sevgisini kazanan Nakşibendiler, Osmanlı yönetiminden büyük ilgi ve teş­vik görerek, irşat ve irfan faali­yetlerine devam ettiler. Ayrıca 1516 da vefat eden Ahmed Buhari'nin cenazesini, devrin şeyhülislamı Zembilli Alî Efendinin kıldırdığı da bilinmektedir.

Rüya ve keramet

Özellikle İran'da Şah İsmail'in baskı ve şiddetinden Anado­lu'ya hicret eden; çoğu Ubeydullah-ı Ahrar'ın halifesi bir çok Nakşi meşayihi, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süley­man'dan büyük bir ilgi ve mu­habbet gördüler. Bunlar arasın­da özellikle Bitlis'e yerleşen Şeyh Ebu Said bin Sunullah (ö.1572) ile Konya Akşehir'e yerleşen Baba Nimetullah Nahcuvani (ö. 1514) sayılabilir. 1543 ya da 1553'lerde Buhara'dan İs­tanbul'a gelen Ahmed Buhari (ö.1586), Unkapanı'nın Yeşiltulumba semtinde kurduğu tekke­sinde irşat faaliyetlerinde bulun­du. Tasavvuf tarihçisi Hüseyin Vassaf'a göre 1815'te İkinci Mahmud'a rüyasında "Beni bu­lunduğum mezbeleden kur­tar" diyerek beyan-ı hal eylemiş ve Kapanîlerden (Sabatayistlerden) birinin evinin altında bulu­nan kabri, kendisine müracat edilen Nakşi meşayihinden Mı­sırlı Mustafa Efendinin muraka­besi sonucu "naaş-ı şerifleri ter ü taze, yalnız kefenleri sararmış" olarak bulunmuştur.

Müceddidiyye

İmâm-ı Rabbani ve halifeleri vasıtası ile Hindistan'ın her tara­fına yayılan Müceddidiyye; Tür­kistan, Anadolu, Suriye, Arabis­tan, Sumatra ve Bosna başta ol­mak üzere İslâm dünyasının her tarafında sür'atle yayılarak, özel­likle tasavvufa alâka duyan ule­ma arasında önemli bir nüfuz kazandı.

Müceddidiyye, Osmanlı ülke­sine ilk kez İmâm-ı Rabbaninin oğlu ve Nakşibendi silsilesinden Muhammed Masum dönemin­de, halifelerinden Muhammed Muradı Buhari ve Yekdest Hace Ahmed Cürcani tarafından getirildi.

'Şeyh Murad el-Özbeki en-Nakşibendi" adı ile bilinen Murad-ı Buhari, Keşmir ya da Kâbil'li olup üç yaşında iken felç oldu. Bu ha­liyle Asya'nın pek çok yerini dolaştı. Önce Hindistan'a giderek Muham­med Masum'un halifesi oldu. Daha sonra Bağ­dat, Kahire, Şam ve Hicaz'a gitti. 1681'de İs­tanbul'da Eyüp Sultan civarında irşat faaliyetleri­ne başladı. Bir süre Çorlulu Ali Paşa'nın kıs­kançlığı sebe­biyle Bursa da yaşamak zorunda kalsa da tekrar İstanbul'a döne­rek Haliç kıyısında Çarşamba muhitinde yaptırdığı kendi adı i­le anılan tekkede, Müceddidiye'nin müessisi oldu. Lâlizade Şeyh Abdülbaki ve Bursalı Karababazade İbrahim Efendi gibi halifeleri yanında onun dergâh faaliyetlerini daha sonraki meşayihten Şeyh Yahya Efendi ve Muhammed Nuri Şemseddin E­fendi -Mekasit'üt-Talibin müel­lifi- gibi önemli zatlar devam et­tirdi. Ayrıca Bosna'da Nakşibendiliğin müessisi Hüseyin Baba Zukiç, Murad-ı Buhari Tekke­si'nde yetişti.

Osmanlı ülkesinde Müceddidiyye'nin bir başka müessisi ise, Muhammed Masum'un halifele­rinden Yekdest Ahmed Cürcani (ö.1707)'ydi. Müridleri yüz bin­leri aşan Muhammed Masum'un en önemli halifelerindendir. Bu­hara da Cüryan kasabasında doğdu. 1685'te ticaret için Hindistan'a giderken yolda harami­ler tarafından sağ eli kesildi. Bundan dolayı adına Yekdest deniliyordu. Daha sonra Serhend'e gidip hilafet aldıktan sonra tebliğ için Mekke-i Mükerreme'ye gönderildi. İstanbul'a gelmemekle birlikte İstanbul'da beş halifesi vardı: Eğri Kapılı Şeyh Hattat Hacı Muhammed Rasim Efendi (Galatasaray'da hoca), Şeyh Murtaza Efendi (E­yüp Sultanda), Kırımî Ahmed, Tokadi Muhammed Emin Efen­di, Ebu Abdullah Muhammed es-Semerkandî (Üsküdar'da Şemsi Paşa da şeyh). Ayrıca Şam'da Süleyman-ı Kürdî, Medine-i Münevvere de Abdürrahim-i Buhari ve Beyrut'ta Abdülganî Nablusi de diğer meşhur halife­lerindendir.

Devrin en meşhuru

Şüphesiz, Yekdest Hace Ah­med Cürcani'nin İstanbul'daki en verimli hale­fi, onun halifesi Ahmed-i Kiri­minin vefatı ile yerine geçen Tokatlı Şeyh Muhammed  Efendi'dir. Meş­hur bir müder­ris olan ve Mek­ke-i Mükerreme'de Hace Ah­med'den bizzat hilafet alan To­katlı Şeyh Mu­hammed Emin, devrinin en meşhur muhaddis ve müfessirlerindendi. Tasavvuf tarihçisi Hüseyin Vassaf "Herhangi bir mecliste ilmen ve irfanen herkese galip idi. Kadı ve Keşşaf tefsirlerini ez­berden okutuverirdi. Hadiste mütebahhir i­di." diyerek o­nun ne derece büyük bir âlim olduğunu aktarır. İrşad'üs-Salikin, Tuhfet'üt-Tüllâb, Hüsna-i Tarikat, Risale-i Ruhiye, Siyaneti Dervişan, Âdabı Nakşibendiyye adlı pek çok kitabı vardır. Tokatlı Şeyh Muhammed Emin Efendinin en meşhur hali­fesi ise, Mektubat-ı Şerifin ilk Türkçe tercümesini de yapan Müstakimzade Şeyh Süleyman Sadüddin Efendi (ö.1787)'ydi. Tuhfe-i Hattatin, Devha-i Meşayıh-ı Kibar, Silsile-i Nakşibendiyye, Hülasat'ün-Hediyye başta olmak üzere yüz kırk iki a­det kitap yazmıştır.

Hicaz'da ilk Nakşi şeyhleri

Mekke-i Mükerreme'de irşat faaliyetlerini yürüten ilk Nakşi şeyhlerinden birisi, Muhammed Masumun halifelerinden Yekdest Hâce Ahmet Cürcani (ö.1707)'ydi. Ancak Osmanlı ül­kesinin çeşitli merkezlerinde kurulan Hindî, Özbek ve Buha­ri tekkelerine mensup çok sayıda Nakşi meşayihi, her yıl Ka­be'yi hac için Hicaz'a gelmekte, bunlardan bir kısmı aylarca mu­kaddes diyarlarda kalma yolunu tercih etmekteydi. Nakşi meşayihinden Şah Muhammed Nur'un halifelerinden Şeyh Ha­fız İmdadullah-i Hindi (ö.1843), altmış yıl Mekke-i Mükerre­me'de irşat faaliyetinde bulun­du. Ayrıca Şeyh Şemseddin Can-ı Canan'ın halifelerinden Hindli Kara Seyyah Hacı Ahmed Efendi ve Abdullah-ı Dehlevi'nin halife­lerinden Şeyh Muhammed Can en-Nakşibendi (ö.1850) de uzun süre Hicaz'da vazife yaptı­lar. Ayrıca Nakşiliğin Halidiye kolundan ve Mevlana Halid-i Bağdadi'nin meşhur halifelerin­den Seyyid Abdullah, Seyyid Taha-i Hakkari ve Abdullah-ı Mekki, - Mekke'de yıllarca Halidiye dergahını yönetti - Halidiye'yi A­nadolu, Suriye, Irak ve Tataristan'da devam ettiren onlarca ha­life yetiştirdiler.

İlk vesikalar

İmâm-ı Rabbânî-Nakşibendi geleneği ile ilgili olsun olmasın-bütün meşreplerce hürmet ve muhabbetle anılan bir İslâm bü­yüğü ve mutasavvıfıdır. Onun eserleri -özellikle Mektubat-ı Şe­rif- Türkiye'de birçok Müslüman tarafından baştacı edilmektedir. Ancak şu ana kadar Osmanlı yö­netimi ile İmâm-ı Rabbânî ailesi arasındaki ilişkiler yeterince incelenmedi. Bizim burada üze­rinde duracağımız ve Osmanlı yönetiminin, İmâm-ı Rabbânî ve evlatlarına bakışını ortaya koyan arşiv vesikaları ilk kez gün yüzü­ne çıkıyorlar.

İlk belgemiz Sultan Abdülmecid dönemine ait olup, 4 Eylül 1860 tarihlidir (Bkz. Belge-1) Hicaz'a Harem-i Şerif Müdüri­yeti'ne yazılan bu uzunca yazıda özetle şöyle deniliyor:

belge1"İmâm-ı Rabbânî kuddise sırrıhü's-samedani hazretleri­nin temiz soyundan ve Abdul­lah-ı Dehlevi hazretlerinin bü­yük halifelerinden olup dok­san kadar müridi ve ailesiyle Medine-i Münevvere'ye hicret etmiş bulunan Şeyh Masum Efendi hazretlerinin ailesi ve dervişlerinin nafaka ve ihti­yaçları için gerekli yiyeceğin tahsisi, Harem-i Şerifi Hz. Ne­bevi Evkafından ihtiyacı kar­şılayabilecek hususi bir hane­nin verilmesi. Maliye Nezare­tinden de aylık 2500 kuruş maaş tahsisi Meclis-i Vâlâ ve Hass-ı Vükelâca kararlaştırıl­mıştır." Ancak, Hazret-i Nebevî Evkafı Ruznameci Maiyeti ev­veli Ahmed Efendi, İstanbul'a gelerek bu kadar kalabalık nüfu­sa bu evleri verince vakfın kira bedelinden mahrum kalacağını, buranın kiralarının iyi gelir ge­tirdiğini belirterek, Şeyh Masum ve mensuplarına kiralık yeni ev­ler bulunmasını ya da bu evlerin kirasının ödenmesini talep et­mişti. 25 Eylül 1860'ta Mekke-i Mükereme'ye yazılan ikinci bir yazıda, İmâm-ı Rabbânî hazret­lerinin torunları Muhammed Masum hazretlerine Haremi Şerif Evkafı ndan bir adet hane­nin 'Meşihata mahsus" olarak verilmesi istenmiş, ayrıca Ha­rem-i Şerif müdürüne ayrıntılı bir cevap gönderildiği belirtil­mişti.

Şeyhü'l-harem-i Hazret-i Nebevîye ve bi't-tasarruf Harem-i şerîf Müdîrine

İmâm-ı Rabbânî kuddise sırrihu's-samedânî hazretlerinin sülâle-i tâhirelerinden ve Abdullâh-ı Dehlevî hazretlerinin ekâbir hulefâsından olub Dehli'den doksan kadar ta'allukât ve mürîdânı ile Medîne-i Münevvere'ye hicret etmiş olan reşâ-detlü Şeyh Mâsûmî Efendi hazretlerine müte'allıkât ve dervîşânının infâkına vefâ edecek mikdâr hıntanın tahsisiyle be­raber Harem-i Şerîf-i Hazret-i Nebevi Evkâf-ı celîlesi mü­sakkafâtından hâllerine cesbân bir hanenin Meşîhat'e mahsus olmak üzere Ptâsı ve Mâliye hazîne-i celîlesinden şehriy-ye iki bin beş yüz guruş dahi ma'âş tahsîsi hakkında Meclis­i Vâlâ ve Hâss-ı Vükelâ kararı ve müteallik buyurulan irâde-i seniyye-i cenâb-ı pâdişâhî mantûk-ı âlîsi üzre iktizâsının ic­rası Mâliye ve Evkâf-ı hümâyûn nezâret-i celilerine havale ve iş'âr kılınmış olmasıyla müracaat olunan kuyâda ve li maslahaten Dersa'âdet'e gelmiş olan Hazîne-i celîle-i Hazret-i Ne­bevi rûznâmçe ma'iyyet-i evveli Ahmed Efendi'nin ifâdesine nazaran ınusakkafât-ı mezkûreden bilâ îcâr kimesneye hâne virilmemesi iktizâ-yı nizâmından bulunduğı ve işbu haneler­den muhtasar ve mazbut iken her biri haylice ziyâde icâre i­le bi'l-îcâr hazîne-i celîle-i mezkûreye teslîm olınub zuhurat masârifâtına karşılık varidat kayd olınmakda olmasından do­layı vâridât-ı mezkûreye halel gelmemek üzre bunlardan me-şîhat-i mezbûreye tahsis olunacak cesîm bir hâne bulunur ise icâre-i seneviyyesinin tensîb olunan mahalden Ptâsı îcâb ide-ceği anlatmış ise de ber mûceb-i irâde-i seniyye tahsîs olun­mak üzre evvel-emrde musakkafât-ı mezkûreden şeyh-i mü-şârun ileyh hazretlerinin iskânları içün öyle cesîm ve münâ-sib bir hâne bulunduğı hâlde icâre-i seneviyyesi nedir keyfiy-yetin ve olmadığı sûretde ne veçhile tesviye olınmak lâzım ge­leceğinin ve zikr olman meşîhate tahsisinde dahi mesâğ-ı şer'î olub olmayacağının isti'lâmı ile cevâbı vürûdında İcâbı­na bakılmak ve ol vakte kadar müşârun ileyh hazretleri me­kansız kalmamak üzre ikâmetlerine muktezî bir bâb hanenin muvakkaten hemân tedârük ve Ptâsı hususunun savb-ı vâlâ-larına Harem-i şerîf müdîri sa'âdetlü efendi hazretlerine iş'â-rı Evkâf-ı hümâyûn nezâret-i celîlesinin takriri üzerine Meclis-i Vâlâ'dan mazbata ifâde olunmuş olmağla ve keyfiyyet nezâret-i celîle-i müşârun ileyhâya dahi bildirilmiş olmağla ber minvâl-i muharrer iktizâsının icrâsıyla keyfiyyetin bi't-tahkîk iş'ârı hususuna himmet buyurmaları siyakında şukka. Fî 17 sene 1277 [4 Eylül 1860]

Duası makbul

Muhammed Masum 1861 baş­larında hem Padişaha teşekkür etmek ve hem de irşat faaliyetle­rinde bulunmak üzere İstan­bul'u ziyaret eder. 22 Nisan 1861 tarihli bir başka belgede. Şeyh'in İstanbul ziyareti şu şe­kilde anlatılmaktadır:

belge2"Tarikat-ı Aliyye-i Nakşibendiye meşayihinden olup Mek­ke-i Mükerreme eşrafı âlisinde postnişin bulunan İmâm-ı Rabbânî hazretleri sülalesin­den Şeyh Muhammed Efendi maslahaten (vazifesini yap­mak üzere) İstanbul'a gelmiş, sonra yeniden Mekke-i Müker­reme'ye gitmişti. Kendisi duasıyla makbul ve duası bereket­li zevattan olması hasebiyle Muhammed Masum Efendi hazretlerinin Tarafı Asitanileri (Sultan Abdülmecid Han) le­hine dua etmesi, bu arada la­zım gelen hususi ihtiyaçları­nın da karşılanması istenmiş­ti."

Sadaretin bu isteği Padişahça da uygun bulunmuş, ayrıca Mek­ke-i Mükerreme emiri, Cidde va­lisi ve Mekke-i Mükerreme Evkaf müdürü; Seyyid Muhammed Ma­sum Efendi'nin evine dokunulmaması, kendisine yardımcı olunması ve ihtiyaçlarının gide­rilmesi konusunda uyarılmıştı.

Kasım 1861'de Muhammed Masum, Medine-i Münevvere de dar-ı bekaya irtihal edince dok­san müridi ve ailesi için oğlu bir kez daha İstanbul'a başvurmak zorunda kalmıştı. Çünkü, hem kendilerine tahsis edilen aylık 2500 kuruşu zaman zaman tam alamamışlar, hem de bu paranın 500 kuruşu şeyhi, Abdullah-ı Dehlevi'nin sülalesinden Abdülkerim'e tahsis edilmişti. Os­manlı yönetimi hem paranın gönderilmesiyle ilgili sıkıntının giderilmesine, hem de ailenin tahsisatına 500 kuruş ekliyerek tahsisatın yeniden 2500 kuruşa çıkarılmasına karar vermişti. (Bkz. Belge-2)

Atûfetlü efendim hazretleri

İmâm-ı Rabbânî kuddise sırrıhu's-Samedâni hazretleri sülâle-i tâhiresinden ve Abdullâh-ı Dehlevî hazretlerinin ekâbir hulefâsından olub doksan kadar müte'allıkât ve mürîdânı ile Medîne-i Münevvere'ye hicret etmiş olan Şeyh Mâsûmî Efendi hazretlerinin vefatı vu-kû'ıyla iki bin beş yüz guruş ma'âş ve ma'lûmü'l-mikdâr hınta ta'yînâtı mah-lûl olmuş ve ma'âş-ı mezkûrdan beş yüz guruş müteallik buyurulan irâde-i se-niyye mûcebince müşârun ileyh Abdul­lah Dehlevî hazretleri sülâlesinden Abdülkerîm Efendi'ye tahsîs kılınmış oldu­ğundan kusûrının hazîne-mânde edilme­si veyâhûd müteveffâ-yı mûmâ ileyhin mahdumuna tahsisi istizanına dâir Mâ­liye nezâret-i celîlesinin takriri üzerine Meciis-i Vâlâ'dan kaleme alınan maz­bata manzûr-ı âlî-i cenâb-ı pâdişâh? bu-yurulmak içün arz ve takdîm kılındı me­alinden müstebân olduğı üzre şeyh-i mûmâ ileyhin mahdumunun ve terk et­miş olduğı müte'allıkât ve müridânının bîvâye bırağılması merhamet-i cihân-şümûl-i hazret-i pâdişâhîye muvafık o­lamayacağına ve zikr olman hıntanın tah­sisi ile iktifa olunsa o kadar müridânının taayyüşlerine kifayet etmeyerek dûçâr-ı perîşânî ve sefalet olmalarını istilzam e­deceği misillü mavâş-ı mahlûlün temâmıy-la virilmesi dahi usûl-i müttehaze-i tasar-rufiyeye menâfi olacağına binâen sâye-i merâhim-pîrâye-i cenâb-ı şahanede fuka­ra ve dervîşâna medâr-ı ta'ayyüş olmak üzre mu'ayyenât-ı merkûmenin kamilen ve ma'âş-ı mezkûrdan dahi beş yüz guru-şunun merhûm-ı mûmâ ileyhin mahdumu­na tahsisiyle taraf-ı eşref-i hazret-i mülû kâneye davât-ı hayriyye-i isticlâbı ve ku­sur kalacak bin beş yüz guruş dahi hazî­ne-mânde edilmesi hususunun nezâret-i müşârun ileyhâya havalesi hususunda her ne veçhile emr u fermân-ı hazret-i pâdişâ-hî müte'allık ve şeref-sudûr buyurulur ise âna göre hareket olunacağı beyanıyla tez-kire-i senâverî terkîm olundu efendim.

Fî 13 Ca. sene 1278 [16 Aralık 1861]

 

Ma'rûz-ı çâker-i kemîneleridir ki

Enâmil-i zîb-i ibcâl olan işbu tezkire-i sâmiye-i âsıfâneleriyle mârrü'l-beyân mazbata manzûr-ı melânîşûr-ı cenâb-ı pâdişâhî buyurulmuş ve istîzân olunduğı veçhile mu'ayyenât-ı merkûmenin kami­len ve malâş-ı mezkûrdan dahi beş yüz guruşunun merhûm-ı mûmâ ileyhin mah­dumuna tahsisiyle kusur kalacak bin beş yüz guruşun dahi hazîne-mânde edilmesi müteallik ve şeref-sudûr buyurulan emr u irâde-i seniyye-i hazret-i mülûkâne muk-tezâ-yı münîfinden olarak mezkûr mazba­ta yine savb-ı sâmî-i âsıfânelerine Pâde kılınmış olmağla ol bâbda emr u ferman hazret-i veliyyü'l-emrindir.

Fî 18 Ca. sene 1278 [21 Aralık 1861]

 

Temiz hatıralarına uygun

İmâm-ı Rabbânî'nin torunları­na yardım eden bir başka Os­manlı sultanı da İkinci Abdülhamid Han'dı. Sultan'a zaman za­man Hind Müslümanlarının bağ­lılığını sunan ve hatta bununla alâkalı bir de "Hilafet Risalesi" kaleme alan Hindli Ahmet Ce­mil, 1890'da Padişaha sunduğu bir dilekçede "Kulunuza misa­fir verilen Hazret-i İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin evlatla­rından Şeyh Ahmet Fazl Efen­di Hacc-ı Şeriften dönerek İran yoluyla tabiatıyla ikâ­metgâhı ve iskanları olan Hokand tarafına deniz yoluyla bafur (vapur) ile gidecek ol­ması hasebiyle Hazret-i Padişahi'den İran Şahı'na name ve İran elçisinden Tebriz ve Meşhed'den müreffeh ve salimen geçebilmesi için iki kıt'a mek­tup; Trabzon, Bayezit ve Erzu­rum valilerinden de birer kıt'a mektup alabilmek için yardım istemektedir" demektedir.

Sadaretin teklifi ile İkinci Abdülhamid Han "Ahmet Fazl'ın fazilet ve kemâl eshabından olarak temiz hatırlarına hürmeten şan ve şereflerine uy­gun olarak" arzularının yerine getirilmesi için emir vermiş an­cak, İran Şahı'na name gönderil­mesinin uygun olmayacağını da belirtmiştir. (Bkz.Belge-3)

Daha bir çoğunu burada yayınlayamadığımız bu belgelerin mahiyetini öz olarak ifade edecek olursak, Osmanlı yönetimi, bugüne kadar aralarında resmî bir alâka bulunmadığı zannedi­len İmâm-ı Rabbânî ve onu tem­sil eden ailenin ve meşrebin misyonunu iyi kavramış ve ona uygun davranmış görünüyor. Osmanlı'nın İmâm-ı Rabbânî ve temsil ettiği yola bağlılığına dair pek çok belgenin tahlili sonucu ortaya çıkan hürmet, tazim ve bağlılık tavrı bu konudaki hasbiliğin çok açık bir örneği olarak karşımıza çıkıyor. 

Seniyyü'l-himemâ kerîmü'ş-şiyemâ devletlü inâyetlü âtıfetlü übbehetlü efendim hazretleri

belge3İmâm-ı Rabbani evlâdından olub îfâ-yı farîza-i hacc-ı şerîf iderek akdemce Dersa'âdet'e bi'l-vürûd hâcegân-ı Dîvân-ı Hü-mâyûn'dan Ahmed Cemîl Efendi'nin hanesine müsâfir virilmiş olan Şeyh Ahmed Fazl Efendi yiğirmi kadar tebe'asıyla bu kerre memleketi bulunan Hokand canibine azimet arzûsında olduğından merâsim-i mühim-mât-nüvâzesine rPâyet olınmak üzre şehâ-metlü İran şâhı tarafına bir kıt'a nâme-i hü­mâyûn tastîriyle Trabzon ve Erzurum mü­şirleri atûfetlü paşalar hazerâtına vesâir ik­tizâ idenlere tahrîrât-ı senâverî tastîr olun­muş ve İran Sefâreti'nden dahi iki kıfa mektûb alıverilmesi ve mûmâ ileyhe bir mikdâr harc-ı râh inayet ve ihsan buyurul ması ifâdesine dâir mûmâ ileyh Cemîl Efen­di'nin iki kıfa takriri manzûr-ı âlî-i cenâb-ı mülûkâne buyurulmak içün sûy-ı müşîrîleri-ne irsal kılınmış ve mûmâ ileyh Fâzıl Efen­di vâkı'a ashâb-ı fazi u kemâlden olarak tatyîb-i hatırı iktizâ-yı şân-ı şevket-nişân-ı şahaneden oldığına ve fakat şâh-ı müşârun ileyhe nâme-i hümâyûn tasdîri muğâyir-i u­sûl olacağına binâen ândan sarf-ı nazarla taraf-ı senâverîden sadr-ı devlet-i İran'a bir kıfa mektûb tahrîr olınarak mekâtib-i sâi-renin dahi tahrîr ettirilmesi ve Muhammed Hân tarafından dahi Nezâret-i Hâriciye marifetiyle mektûb aldırılması ve isticlâb-ı da'vât-ı hayriyyesi zımnında kendüye ve te-bevasına olmak üzre beş bin guruş mikdârı atiyye-i seniyye-i şâhâne Ptâ kılınması mü-nâsib gibi mütâla'a ol inmiş olmağla muvâ-flk-ı irâde-i seniyye-i hazret-i mülûkâne bu yurulur ise ber minvâl-i muharrer icrâ-yı iktizâsına ibtidâr olunacağı beyanıyla tezkire-i âcizî terkîm kılındı efendim.

Ma'rûz-ı çâker-i kemîneleridir ki

Hâme zîb-i ibcâl olan işbu tezkire-i seniyye-i âsafîleriyle zikr olman takrirler manzûr-ı me'âlimmevfûr-ı cenâb-ı zıllu'llâhi buyurulmağla (kesik) iş'âr ve istîzân-ı sâmîleri veçhile mekâtîb-i mezkûrenin tahrîr itdirilmesi ve Muhammed Hân tarafından dahi nezâret-i müşârun ileyhâ marifetiyle mektûb aldırılması ve mûmâ ileyh ve te- be^asına olmak üzre beş bin guruş dahi atiyye-i seniyye-i şâhâne ihâ kılınması husûsına irâde-i seniyye-i cenâb-ı mülûkâneye müteallik ve şeref-sudûr buyurulmuş ve zikr oIman takriryine Pâde olunmuş olmağla ol bâbda emr u ferman hazret-i veliyyü'l-emrindir.  [1890-1891]

Teşekkür: İmâmı Rabbânî dosyası için resim arşivinden istifade ettiğimiz Resul İzmirli beye teşekkürler.

Kaynakça:

1- Hamid Algar, "Nakşibendiye Tarikatına Genel Bir Bakış" İslâm Üze­rine Konuşmalar, İstanbul 1986, İslâm Mecmuası Yay., s.129-182

2- İrfan Gündüz, "Osmanlı'da Devlet-Tekke Münasebetleri", İstanbul 1984, Seha Yay.

3- Hüseyin Vassaf, "Sefine-i Evliya", (Haz. Ali Yılmaz-Mehmet Akkuş), İstanbul 1999, Seha Yay., C.2

4- Reşat Öngören, "Osmanlılar'da Tasavvuf" İstanbul 2000, İz Yay.

5- Ekrem Sağıroğlu, "İmâm-ı Rabbânî", İstanbul 1988, Seha yay.

6- Başbakanlık Osmanlı Arşivi (B.O.A)

A. MKT. MVL. 119/71 (Belge 1)

A. MKT. UM. 433/40

A. MKT. UM. 466/86

A. MKT. UM. 466/98

A. MKT. UM. 557/79

A. MKT. MHM. 249/8

İrade-i Meclis-i Vâlâ - 20633 (Belge 2)

İrâde-i Dahiliye - 2977 (Belge 3)

Makaleyi paylaş

Submit to FacebookSubmit to Google PlusSubmit to TwitterSubmit to LinkedIn

otag1 otag2 Kayı 11 Kapak  otag iii

joomla slicebox 3d image slider